15 Aralık 2009 Salı

YAŞAMAK GÜZELDİR


Bugün için güzeldir yaşamak
Yarını bilmem
Benim için iyidir
Seni bilmem
Zamanın basamakları yeryüzü gibi
Bir bakarsın hemen düzlüğe çıkmışsın
Umutlanırsın
Sevincini dağıtırsın sağa sola
Bir bakarsın tepelere çıkmaktasın
Zaman geçmek bilmez yorulursun.

Ama umutlanmışız bir kere
Her şey o zaman başlar işte
O zaman yeni bir gündür bizim için
Yaşanıldığında bir önceki gibi eskiyecek
Ardından bir daha bir daha
Eskimiş günleri nereye koyacağımızı bilemeyiz
Kafamızdan çıkarır atarız bir bir
Ya unutmak istemediklerimiz
Kutsal mumun ateşi sönene dek biliriz.

16 Kasım 2009 Pazartesi

HERKES için MASALLAR

EN GÜZEL İNSAN

Bir zamanlar ülkelerden birinde Kral yeni bir yol yaptırmaya başlamış. Yol bitene kadar kimse oradan geçememiş, ama yolu yapan ustalar, her gün evlerine döndüklerinde çok güzel bir yol olduğunu anlatıyorlarmış. Yolun yapımı bittiğinde Kralın adamları, ertesi gün yolun açılışının yapılacağını ve yoldan geçen en güzel insanın seçileceğini ülkenin her yanına duyurmuşlar.

Ertesi gün büyük bir kalabalık açılacak yolun başında toplanmış. Herkes, kendilerini en güzel gösterecek en şık ve en temiz giysilerini giymiş, geçişin başlamasını beklemeye başlamış. Kral da yerini alınca, kalabalık yeni yoldan yürümeye başlamış.

Yolu yürüyüp de tekrar Kralın önüne ilk gelenler, ileride yolun ortasında büyük bir taşın ve etrafında inşaat artığı molozların durduğunu, bu nedenle yolu geçmekte çok zorlandıklarını söylemişler. Sonraki gelenlerin hepsi de yoldaki büyük taştan ve moloz yığınından şikayet etmişler.

Akşama doğru herkesin yoldan geçtiği sanılırken üstübaşı toz içinde birisinin geldiğini görmüşler. Adamın elinde içi altın dolu bir torba varmış. Krala doğru ilerlemiş, “Özür dilerim” demiş, “Geç kaldım çünkü, yolun ilerisinde bir büyük taş vardı ve etrafı da molozlarla doluydu. Arkadan gelenler geçmekte zorlanmasın diye taşı yolun kenarına iteleyip molozları kaldırdım. Taşın altından içi altın dolu bu torba çıktı. Ülkede kimsenin bu kadar çok altını olamayacağı için Kralındır diye size getirdim” demiş.

Kral, “Hayır, o altınlar senindir” deyince adam itiraz etmiş, “Benim hiç bu kadar çok altınım olmadı.”

Kral gülümsemiş, “Bu altınların hepsi senindir” demiş. “Herkes yolu kapayan taştan ve molozlardan şikayet etti. Oysa sen şikayet etmedin, başkalarının önünü açmak için, belki de tek giysinin toza çamura bulanmasına aldırmadan çalıştın. Sen en güzel insansın ve o altınlar da senindir.”

BAKIŞ AÇISI

İTAATKAR MAYMUNLAR

Bu yazımda size bilimsel bir deneyden söz edeceğim.

Beş maymunu bir kafese koymuşlar ve daha sonra, bir hevenk muzu kafesin tepesinden içeriye sarkıtmışlar. Önce maymunlardan biri yukarıya doğru hamle yapmış, ama hemen üzerine tazyikli bir hortumla soğuk su sıkmışlar. Maymun, sudan kurtulup yukarıya hamle yapmayı birkaç defa denemiş, fakat hiçbirinde başarılı olamamış ve vazgeçmiş. Sonra diğer bir maymun yukarıya tırmanmaya çalışınca, soğuk su ile engellenmiş. Diğer maymunlar da muzlara ulaşmaya çalışmışlar, ama herbirinin gayreti de soğuk su engeli ile karşılaşınca başarısız olmuş. Sonuçta maymunlar, muzlara ulaşmayı bırakmış ve hiçbiri bir daha muzları almak için harekete geçmeye cesaret edememiş.

Sonra maymunlardan birini kafesten alıp, yerine bir başka maymun koymuşlar. Yeni gelen maymun, yukarıdaki muzları görünce hemen yukarı atılmış. O anda, bilimadamları su ile maymunu durdurmak için harekete geçerlerken, beklenmedik bir gelişme olmuş ve soğuk su ile ıslatılacaklarını bilen önceki dört maymun birden yeni gelenin üzerine atılarak onu engellemek için dövmeye başlamışlar. Ne olduğunu anlamayan yeni gelen maymun, karşılaştığı şiddet karşısında muzlara ulaşma gayretinden vazgeçmiş ve diğerleri gibi aşağıda oturmaya başlamış.

Sonra, eski dört maymundan birini daha kafesten alıp yerine yeni bir maymun koymuşlar. Tabii ki, yeni gelen maymun kısa bir intikal sürecinden sonra yukarıda asılı muzlara doğru atılmış. Diğer dört maymun hemen yeni gelenin üzerine atılmış. Fakat bir önce gelen maymun, yeni geleni öyle şiddetli dövüyormuş ki, eski üç maymuna yapacak birşey kalmamış. Bu şiddet karşısında yeni gelen de pes etmiş ve aşağıya diğerlerinin yanına inmiş.

Bilimadamları, sırayla bütün eski maymunları kafesten alıp yerine yeni maymun koymuş ve her seferinde aynı sonuç ile karşılaşmışlar. Muza uzananlara soğuk su cezası verildiğini bilen bütün eski maymunlar kafesten alınıp yerine yeni maymunlar konulduğu halde, yediği dayak gördüğü şiddet yüzünden artık hiçbir maymun, nedenini sorgulamadan muzlara uzanmaya cesaret edemez olmuş.

Bu deneyden, en az bir düzine sonuç çıkarmak mümkün. Sanırım, bu çıkarsamaların içinde hiçbiri diğerinden daha az önemsiz olmayacaktır. Ben bunlar içinden ikisini çok önemsiyorum. Biri, itaate zorlananların en çok korkmaları gerekenin, içlerindeki aymazlar olduğudur.. Diğeri ise, çevrenin baskısını ve telkinlerini hiç sorgulamadan kabul etmenin, insanı birçok şeyden mahrum bırakabileceği gerçeğidir.

11 Ağustos 2009 Salı

HERKES için MASALLAR

BEN NE İŞE YARARIM?

Geçmiş zamanlarda yoksul bir köyün fakir sucusu varmış. Omuzuna aldığı sopanın iki ucuna birer kova asar, nehirden köye su taşırmış. Getirdiği suyu ihtiyaç sahiplerine dağıtır, yeniden getirmek üzere ırmağın yolunu tutarmış.

Zamanla sucunun kovalarından birinin dibi delinmiş. Küçük iki delik yüzünden, ırmak başında ağzına kadar doldurduğu kova köye gelinceye kadar yarıya iniyormuş. Yoksul sucunun ne yeni bir kova alacak, ne de tamir ettirecek kadar parası olmadığından, köye her seferinde ancak birbuçuk kova su taşıyabiliyormuş.

Bu durum en çok dibi delik kovayı üzüyormuş. Bir gün dayanamamış sormuş, “Sahibim” demiş, “her seferinde ırmaktan bir kova su dolduruyorsun, diğer kova hepsini köye taşıyor, ama benim dibim delik olduğundan köye ancak yarısını getirebiliyorum. Bu yüzden her gün daha fazla sefer yapmak zorunda kalmana rağmen hiç şikayet etmiyorsun. İşine yaramadığım halde benden vazgeçmiyorsun. Bu beni çok utandırıyor.”

“Ben yoksul olduğum için yeni bir kova alamıyorum. Bu doğru. Sen ise, hiçbir işe yaramadığını düşünüyorsun. Bu ise doğru değil.” demiş sucu.

“Nasıl doğru değil...” diye üstelemiş kova. Sucu başını sallamış, “Yarın ırmağa giderken yolun kenarlarına dikkat et, cevabı orada bulacaksın.” demiş.

Ertesi gün köye döndüklerinde sucu sormuş: “Nasıl, cevabı bulabildin mi?”

Kova, “Hayır, yolun her iki tarafına da dikkat ettim, ama benim soruma cevap olacak birşey göremedim.” demiş.

Sucu gülümsemiş ve “Görmemene şaşırmadım. Eğer gerçekten dikkatli baksaydın, yolun bir tarafının yeşillikler içinde, bir çiçek tarhı gibi olduğunu, bunun ırmaktan köye kadar uzandığını, yolun diğer tarafının da sadece toprak olduğunu fark ederdin.”

“Evet, ama bu benim için neyi değiştirir ki?” diye ümitsizce cevaplamış kova.

“O yeşilliklerin, çiçeklerin, senin deliklerinden damlayan sularla yeşerdiğini, büyüdüğünü nasıl farketmezsin.” demiş sucu. “Senin bir noksanlık, yetersizlik olarak gördüğün şey, onların yaşama nedeni olabiliyor.”

Zaman zaman hepimiz, ben ne işe yararım diye düşünürüz. Bunun için önce çevremize, sonra da kendimize bakmamız ve yeteneklerimizin farkına varmamız yeterli.

BAKIŞ AÇISI

DEĞERİNİN FARKINDA OLMAK

Üniversitede, iktisat hocası sınıfa girmiş. Kürsünün önüne ilerlememiş ve cebinden çıkardığı bir kağıt parayı öğrencilere göstermiş.

-Bu yeni bir 100 lira. Bunu size vereceğim. Kim istiyor?

Sınıftaki herkes elini kaldırmış. Hoca kağıt parayı avucunun içinde buruşturmuş, iyice ezmiş. Ezilmiş, buruşmuş parayı tekrar öğrencilere göstermiş.

-Şimdi kim istiyor?

Yine sınıftaki herkes elini kaldırmış. Bu sefer, hoca elindeki buruşmuş parayı yere atmış. Bir ayağı ile tekmelemiş, diğer ayağı ile üzerine basıp kirletmiş.

-Ya şimdi kim istiyor?

Yine herkes, parayı istediklerini belirtmek üzere elini kaldırmış. Hoca öğrencilerine demiş ki:

-Bu para yepyeni iken onu hepiniz istiyordunuz. Onu ezdim, kırıştırdım, buruşturdum, ama yine hepiniz omu istediniz. Sonra yere attım, tekmeledim, çamurlu ayakkabılarımla üstüne bastım, kirlettim, fakat hepiniz yine de onu istediniz. Çünkü o yepyeniyken de, ezilip burşturulduğunda da, yere atılıp kirletildiğinde, üzerine çamur bulaştırıldığında da 100 liraydı. Ezilip buruşturulması ya da üzerine çamur sürülmesi onun değerini düşürmedi.

Sonra, sözlerinin öğrenciler üzerindeki etkisini ölçmek için kısa bir süre susmuş ve tekrar devam etmiş:

-Siz de böylesiniz. Başkaları sizi kırabilir, incitici sözler söyleyebilir, hatta yere düşebilirsiniz, size çamur atılabilir, ama siz yine aynı sizsiniz. Değerinizin değişmediğini unutmayın. İncitici sözler sizi hedefinizden uzaklaştırmasın. Kendi değerinizin farkında olarak amacınıza yürümeye devam edin. Düşseniz bile, hemen kalkın ve tekrar kaldığınız yerden durmadan, duraksamadan devam edin. Siz değerinizin farkında olduğunuz müddetçe, diğerleri de farkında olacaktır.

Yukarıdaki küçük öyküyü hiç unutmam. Nerede ne zaman okuduğumu unuttum, ama içeriğini hiç unutmam. Değer verdiğim dostlarımla sohbet ederken, ne yapar eder anlatırım. Bugün de sizlerle paylaştım. Gelecek yazıya kadar hoşçakalın.

5 Temmuz 2009 Pazar

SEVGİLİ DOSTLARIM



Bu aydan itibaren sizlere yeni iki köşe açıyorum: “Bakış Açısı” ve “Herkes İçin Masallar”.

Hepimizin, olaylar karşısında bir tavır alışı, davranış biçimi vardır. Bunun sınırlarını o olaya bakış açımız çizer.

Bakış açımızı ise, genlerimizde yazılı olanlar ile sonradan öğrendiklerimiz, yani kültürümüz belirler.

Bilimin şu andaki seviyesine göre, genlerimizin nasıl şekilleneceğine biz karar veremiyoruz. Bunu şimdilik değişmez olarak kabul ediyoruz. Doğacak çocuğumuzun iyi mi kötü mü, doğru mu eğri mi olacağına biz karar veremiyoruz.

Ama, sonradan öğrendiklerimiz için aynı şeyi söyleyemeyiz. Doğan çocuğumuzun doğru, iyi, güzel olması için ona neler verebileceğimize biz karar veriyoruz. Ebeveynimiz, nasıl bize bazı bilgiler, değerler yüklemişse ve biz de hayatımız boyunca bunlara birçoklarını ilave etmişsek, bugün o noktada ve bu bakış açısı ile duruyoruz.

“Bakış Açısı”nda, size o andaki duygu ve düşüncelerimden söz etmeyi planlıyorum.

“Herkes İçin Masallar”da ise, bilinen ama unutulmuş, içinde herkesin kıyısından köşesinden bile olsa, kendine ait bir şeyler bulabileceği masal gibi hikayeleri, bir de benim anlatımımdan yazmaya gayret edeceğim.

BAKIŞ AÇISI

TARİHİ NASIL OKUMALIYIZ

Savaşın en kızgın anı. Her iki taraf da siperlerine girmiş, birbiri üzerine kurşun yağdırıyor. Başını kaldıran, hele siperden dışarı çıkanın yaşama şansı hiç yok.

Bu sırada, siperin ileri ucundan birisi ortaya atılıyor ve düşmanın üzerine doğru koşmaya başlıyor. Daha beş on metre gitmeden düşman kurşunları ile yere yığılıyor.

Bunu gören siperdeki askerlerden biri, vurulanın yanına gitmek için davranıyor, ama komutanı, “Olmaz.” diyor.

Asker itiraz ediyor: “O benim arkadaşım Komutanım. Onu kurtarmam lazım.”

Komutan, “Sen de vurulursun, üstelik o kadar çok kurşun yedi ki, sağ olmasına imkan yok.” diyor. Ama asker çok kararlı, mutlaka gitmem lazım diyor da başka birşey demiyor. Komutan bakıyor askeri ikna edemeyecek, diğerlerine arkadaşınızı koruyun diye emir veriyor. Koruma ateşi altında asker siperden çıkıyor, ileriye doğru atılıyor. Büyük gayretler sonucu arkadaşının yanına ulaşıyor. Biraz sonra, “Geri dönüyorum, beni koruyun.” diye arkadaşlarına sesleniyor. Ve büyük bir şans eseri, arkadaşının cansız vücudunu kendi siperine geri getiriyor.

Komutan, “Bak oğlum, arkadaşın ölmüş, kendi canını boş yere tehlikeye attın.”diyor. Asker, başını kaldırıyor, “Olsun Komutanım, hiç olmazsa son sözlerini duydum.” diyor.

Komutan soruyor: “Ne dedi?”

“Geleceğini biliyordum dedi Komutanım.”

Nasıl, güzel hikaye değil mi? Duygusal, çünkü gözyaşartıyor. Bilgece, zira özlü sözler söylüyor. Sadece hikaye değil, aynı zamanda destansı. Dostluğu, arkadaşlığı yüceltiyor. Soylu davranışı özendiriyor. O’na güzel sözler söyleterek beni onurlandırıyor.

Çok güzel, ama bir de karşı taraf var. Savaşılan, ölümüne mücadele edilen ötekiler. Bize benzemesine izin vermediğimiz, bizim de benzemek istemediğimiz ötekiler. Beni, benim değer verdiklerimi yok etmeye çalışan, bu nedenle düşmanım olan ötekiler.

Ötekiler, o kadar çok ki.. Benim ötekim o, onun ötekisi diğeri, diğerinin ötekisi karşısındaki. Ötekiler, çok olduğu gibi kaçınılmaz da. Onları yok etmek, ortadan kaldırmak, yokmuş gibi saymak mümkün değil. Çünkü, öteki benim varlık sebebim. Öteki olmadan ben olamam. Bu bir zorunluluk. Öteki olmalı ki, ben kendimi tanımlayabileyim. Bu öylesine bir zorunluluk ki, ben varsam, öteki de var.

Öteki sadece bireyler için değil, her boydaki topluluk için de vardır. Benim ailem, sessiz, sakin, kendi halinde, iyi insanlardır, ama öteki aile dedikoducu, başkasının arkasından kuyu kazan, kötü insanlardır. Benim mahallemde kültürlü insanlar oturur, komşular birbirlerine karşı saygılıdır, ama öteki mahallede her ev birbiri ile kavgalıdır, sık sık cinayet işlerler. Benim şehrim gelişmiştir, oysa öteki şehrin insanları tembeldir, hiçbir şey üretmezler, her şeyi başkalarından beklerler. Benim bölgemin insanı çalışkandır, işine bağlıdır, taşı sıksa suyunu çıkarır, ama öteki bölgenin insanları çok kültürsüzdür, okuma yazma bilenleri azdır.

Bu durum, devletler için de değişmez. Her ülke halkının ötekileri, ötekileri için de önyargıları vardır. Her devletin de ötekileri vardır. Ama devletlerin, ötekileri için sadece önyargıları yoktur, diğerleri için planları, onlardan istekleri de vardır. Zira, devletlerin orduları, silahları, yönetim mekanizmaları, kısaca fiili güçleri vardır ve istediklerini almak için bunları harekete geçirmekten çekinmezler.

Hayatımız, önce yaşamak, sonra güvenliğimiz için, sonra güç ve iktidar sağlamak için yaptığımız mücadelelerle doludur. Bu gerçeklik her insan, her topluluk, her devlet için geçerlidir ve değişmez.

Tarihi bu gerçeklik içinde öğrenmeli ve değerlendirmeliyiz.

HERKES için MASALLAR

SADECE GERÇEK

Ülkenin birinde bir köy, o köyde bir köylü ve köylünün de bir atı varmış. Birgün ülkenin kralı o civardan geçerken atı görmüş, çok beğenmiş ve köylüden kendisine satmasını istemiş.

Köylü, “Olmaz.” demiş. Kral israr etmiş, bir kese altın yerine iki kese teklif etmiş, ama köylü satmamakta diretmiş.

Kral gittikten sonra köylüler, “Doğru yapmadın, bu at bir kese bile etmez, kral sana iki kese altın verdi, satman gerekirdi.” demişler.

Aradan bir hafta geçmiş, bir sabah bakmışlar ki, köylünün atı yok. Köylüler, “Satmamakla akılsızlık yaptın, hem attan oldun, hem de iki kese altından.” demişler.

“Durun bakalım” demiş köylü. “Akılsızlık yaptım mı yapmadım mı, belli değil ki, ortada bir tek gerçek var, o da benim at kayboldu.”

İki gün sonra at geri gelmiş, hem de yanında bir de yaban atı varmış. Köylüler, “Çok şanslısın, hem atın geri geldi hem de sana ikinci bir at getirdi.” demişler.

Köylü, “Durun bakalım. Şanslı olup olmadığım belli değil, ortada tek bir gerçek var, benim şimdi iki atım var.” demiş.

Sonraki günlerin birinde, vahşi at, kendisini eğiten köylünün oğlunu sırtından atmış. Bacağı kırılan oğlan topal kalmış. Köylüler, “Ne talihsizlik, tek oğlun vardı, tarlada bütün işlerini o görüyordu, topal kaldı, işleri şimdi sen yapacaksın.” demişler.

“Durun bakalım, bunun talihsizlik olup olmadığı belli değil ki, tek gerçek var, o da şimdi benim oğlan topal kaldı.” demiş köylü.

Aylar sonra köye kralın komutanı gelmiş. “Savaş çıktı, köyün bütün gençleri askere alınacak” diye duyurmuş.

Askerleri yolcu ettikten sonra köylüler, “Ne şanslısın, bizim bütün çocuklarımız askere gitti, senin oğlanı topal diye almadılar, şimdi yarım yamalak da olsa sana yardım edecek, biz ise herşeyi kendimiz yapacağız.” demişler.

“Durun bakalım” demiş köylü. “Şanslı olduğumu da nereden çıkardınız. Ortada tek gerçek var, o da benim topal oğlanı askere almadılar.”

Bir hafta sonra, uzaktan askerler gözükmüş. Gelenler, kralın ordusunu bozguna uğratıp ülkenin içlerine doğru ilerleyen düşman askerleri imiş. Herkesi köy meydanında toplamışlar. İçlerinde tek genç olan topal oğlanı öldürüp gitmişler.

Bu hikayeyi daha çok uzatmak mümkün. Ama ortada tek bir gerçek var; o da gerçeğin ta kendisi
.

17 Haziran 2009 Çarşamba

ACIKLI BİR ÖYKÜ



Hani sen gelmişsin de durdurmuşsun zamanı
Tut ki ay doğarken saçlarını tarayan senmişsin
Son notaları zamanın kucağına düşürmüşsün
Kemancı almış başını gitmiş
Gitmiş ha
Tut ki sen de peşi sıra gitmişsin
Bir gemiye yüklemişsin umutları
Bavullar dolusu aşk unutmuşsun
Neredeyse bir öykü olacak seninkisi
Şöyle üç beş sayfalık kolay okunur
Hele anlatması bir hoş ki sorma gitsin
O kaçış sahneleri yok mu
Gülmekten kırılacak okuyanlar
Kimisi de düşünecek derin derin
Ne kaçması yahu hani gidiyordu bu
Sabırsızlananlar çıkacak içlerinden
Belki sana aptal diyenler de
Senden önce yakalamaya çalışacaklar kemancıyı
Bak bu güzel işte
Hazır kaptırmışlarken kendilerini biraz da ağlatmalı
Gemiyi kayalara bindirtmenin tam sırası
Dalgalar bir canavar gibi yutmalı umutları
Kemanın telleri kopmalı bu gürültü arasında
Ah demeli okuyanlar böylesine insafsızlık olur mu
Oysa öfkesiz bir yaşamak ne mümkün
Telleri kopmuş bir keman ne işe yarar
Fırlatıp atmalı onu geçmişe
Yola koyulmalı eskisinden daha özgür
Ama kemansız bir kemancıyı ne yapmalı
Bir hiçtir o boyutları sıfıra inmiş
Sense yola çıkmışsın bir kez
Gitmesi kolaydı başlangıçta
Oysa şimdi dönmek öylesine zor ki
Aynı yollardan gerisin geriye dönmek
Zamanı yeniden kurmak çok zor
Bilirsin işlemeyen zaman neye yarar.

3 Haziran 2009 Çarşamba

BAHÇEDE BİR ÇİÇEK



Bakışların ellerime değdi geçti dün gece
Bir sıcağından bir soğuğundan
Bir köprü bakışların ellerimden ellerine

Anıların belleğime vurdu geçti ansızın
Bir tatlısından bir acısından
Bambaşka bir yaşamak anıların
Senden bana uzantılar
Ve biz yaşamaya dalmışız
Aç ve susuz mutluluğa
Girilemez bir bahçede sevişmişiz
Sanki doğa bizimmiş bütünüyle
Buyruğumuza girmiş asi diye bellenenler
Bildiklerimizi unutmuşuz hepten
Bir senden bir benden başka
Bembeyaz güvercinler uçan yüreklerimize
Bütün nefretlerden arınmış
Öğretilmiş ve öğretilecek olan
Ne varsa sevdiklerimiz
Toplanmış da biz olmuş
Ve topraktan fışkırmış çiçeklerin en güzeli

Böylesi bir bahçede
Ben eğilmiş seni koklarken
Sen bana vurdun geçtin dün gece

15 Mayıs 2009 Cuma

AKŞAM



Öylesine çok seviyorum ki bu akşam
Belki çıldırırım bir saate kadar
Oysa sabahtan böyle değildim
İşim vardı gücüm vardı
Yemek üzerine kahve bile içmiştim
Ne kızmış ne gülmüştüm
Bakkala da uğramıştım akşam üzeri
Alışveriş değildi benimkisi
İş olsun güç olsun
Sonra bu merdivenler yoruyor beni
Üstelik tökezliyorum ikide bir
Tam yukarıya çıkmışken
Bir gülüşün takıldı ayaklarıma
Belki çıldırırım sabaha doğru
Çıldırır mıyım ne dersin
Bu akşam çok seviyorum
Sen ne dersen de
Bu akşamda ne var anlamıyorum.

3 Mayıs 2009 Pazar

GECE



Bırak seni seveyim bu gece
Sabaha güller açmış olacak
Varsın dolsun yüreğime acılar
Karanlık iliklerime işlesin
Yeter ki seni seveyim bir

Bırak seni seveyim bu gece
İş işten geçmesin sabah olmasın
Yoksa güller açacak
Sabah olacak belki de pırıl pırıl
Yaşamaya başlayacağız sen de ben de

25 Nisan 2009 Cumartesi

SEN ÜSTÜNE SENFONİ opus 124



Mahkumsak kapılar neye yarar
Ölmüşsek ne gerek var havaya
Neye yarar savaşmak
Neden artık mızraklar kan kussun
Ne ihtiyacımız var pencerelere
Eğer karalıksa dünyamız
Ben sana tutkunum bu yeter
Ne güllere gerek var
Ne ayaklarımızda prangalara

14 Nisan 2009 Salı

PAYLAŞILMIŞ SEVGİ



Paylaşılmış bir sevgiden
daha güzel
ne olabilir.

Ne varsa yeryüzünde
yarısı sana yarısı bana
tüm güzellikler tüm duygular
yarısını sana veriyorum
o zaman herşey daha güzel.

Gözlerimde gölgesi
tablolardaki tüm güzelliklerin
kulaklarımda müzik yine müzik
yarısını sana veriyorum
o zaman herşey daha güzel.

En güzeli yarısının
yarısının senin olması
gezginci gibi dolaştığım yolların
paylaşma zevkini sana veriyorum
o zaman herşey daha güzel.

Hiçbir şey
paylaşılmış bir sevgiden
daha güzel değildir.

Mutlu bir gül goncası
ellerimde doğan ve paylaşılan
kırmızısını senden almış
yeşilini ben sana veriyorum
böylesi herşeyden daha güzel.

Hangi ressam çizebilir
böyle bir goncagülün gizemini
kim besteleyebilir bu yeşille kırmızıyı
sevgilim benim
bu herşeyden daha güzel.

Dolduruyor yarımı
senin o doyulmaz yarın
bütünleşen yaşamlarımızda
bir sevgidir ki paylaşılmış
o zaman herşey daha güzel.

Hiçbir şey
benim seni sevmemden
daha güzel olamaz.

6 Nisan 2009 Pazartesi

NEFES NEFESE



Durgundun
Ve sessiz...
Oysa giderken
Neydi o telaş?
Nefes nefese...

Hıçkırıklarla
Ağlamıyorsam şayet...
Sanma beni sakın
Taş yürekli
Ve duygusuz...

Gözpınarlarımda
Gözyaşı yerine
Damla damla
Sen varsın şimdi
Ilık ve şeffaf...

28 Mart 2009 Cumartesi

KİMBİLİR KAÇ YIL



Rıhtım soğuk bu gece
Üzerime yağmurlar
Darmadağın gözlerim
Süzülür rıhtıma
Dalgaların sesleri
Taşlara vurur
Uzaklarda kalmış gözlerim
Kimbilir kaç yıl.

Islak rıhtım darmadağın
Uzaklardan bir fısıltı
Rüzgar gibi üzerime
Kaçacak yer kalmamış
Gökyüzü yok hava yok
Belki yaşamıyor yüreğim
Kimbilir kaç yıl.

Bütün gemiler gelmiş
Rüzgarlarla birlikte
Şimdi yağmur benimle
Oysa ben
Elele yürek yüreğe
Yağmurla gelen
Gemileri severim
Yaşamaz bir yürek elimde
Belki ölüyoruz yavaş yavaş
Kimbilir kaç yıl.

19 Mart 2009 Perşembe

SEN ÜSTÜNE SENFONİ opus 151



Yaşamak ve sevmek
Katlanmış birbiri üzerine
Bir akşamın alacakaranlığında
Duygular ve düşünceler
Düşmüş birbiri üzerine
Bir okyanusun serinliğinde
Seni duydum düşümde
Seni bir yalnızlığın orta yerinde
Elini tuttum yürüdük
Tuttuğum elin miydi bilemedim
Belki de yüreğin avuçlarımda
Bir okyanusun serinliğinde
Sevgi örtüldü üzerimize

15 Mart 2009 Pazar

SEN ÜSTÜNE SENFONİ opus 141



Nasıl oluyor da sen bana gelince
yaşamak değişiyor beyaza doğru.
Nasıl oluyor da sen kollarını bana açınca
gece bitiyor birdenbire.
Sesizce örtü kalkıyor da
bakışların aydınlatıyor ortalığı.

Nasıl oluyor da gelinliğinden
beyazlar taşıyor sel gibi.
Nasıl oluyor da beyazlar içinde
dünya yaşamaya başlıyor yeniden.
Güllerin bahçesinde geziniyorsun da
tomurcuklar patlıyor güller açıyor.

Nasıl oluyor da
sen bütün güzelliklerle doluyken
gece bastırıyor birdenbire.
Nasıl oluyor da
güllerin kokusunu duyarken ben
kulaklarımdan siliniyor ayak seslerin.

11 Mart 2009 Çarşamba

DÜŞLERDEKİ YEŞİL



Dün gece takıldı düşlerime
Eskilerden birgün yine
Belleğimde hırçın bir genç kız yeşili
Bilmem hangi yüzyılda yaşadım ben bunu
Yeşilden başkası girmemiş düşüme
Sanki delikanlılıktaki sevgilim
Kanı kaynar etekleri uçuşur yürürken
Yürür değil sanki süzülürken
Yeniyetme göğüsleri fırlayacak yerinden
Dudaklarında şen şakrak bir yeşil
Ya o bakışlarındaki davet
Ben bu yeşili yaşamadım ki...

Sevdalımın dedikodusu sarmış yedi mahalleyi
Bana yolunu beklemek düşer
Okul dönüşü yalnız malnız
Muhallebicide elini tutarım
Yeşil bir masanın altından
Bakışlarında utanır mı ne
Oysa kolunu belime dolar caddede sokakta
Geçeriz kıskanç bakışların içinden
Evleniriz elbet onsekizinde
Çoluk çocuk derken mutluluk bu ya
Benim yaşadığım yeşil bu değil ki...

Hüzünlü gecelerim benim
Duygusal bir yumağa sarmışım yeşili
Başka dert tasa kalmamış gibi
Anlamadım sevdalım da nereden çıktı
Mahallede dedikodusu bile olmazdı
Sıradan bir okul önlüğü üzerinde
Düz göğüslü bir yeniyetme
Arada bir konuşur gülerdi
Besbelli düşleri vardı kendince
Heyecanlanırdı beni görünce
Bense hiç yeşili yaşamadım ki...

25 Şubat 2009 Çarşamba

YILLAR

Bulutlarım nerede benim
Hüzünlü günlerimde ağlatan
Mavi beyaz dumanlarım
Başımı göğsüne yasladığım
Yumuşacık yakan bulutlarım

Tüller bir bir aralandığında
Yorgun bakışlarla geçmişim
Derinlerde bir uykudan
Ansızın uyanıvermiş gibi
Şarkılarım nerede benim

Titreyen gölgeler düşümde
Bir rüzgar silivermiş
Ne bulutlar var
Ne şarkılarım kalmış
Yıllarım nerede benim

22 Şubat 2009 Pazar

SOYAĞACI ARAŞTIRMASI


Osmanlı'da okuma yazma oranı çok düşüktü. 19. yüzyılda tüm imparatorluk sınırları içinde okuryazarlar yüzde 7-8 civarındaydı ve bunun yarısını gayrımüslim teba oluşturuyordu. Okuryazar müslümanların neredeyse tamamı erkeklerdi ve Devlet hizmetinde çalışırlardı.

Okuryazarlık bu kadar düşük olunca, toplumdaki genel kültür seviyesi de doğal olarak düşüktü. Dolayısıyla, aile tarihi yazımı gibi soyağacı hazırlama çalışmaları da çok yetersizdi. Aile içinde okuma yazma bilen birisi varsa, doğum ve ölüm tarihlerini evdeki Kuran’ın arka sayfasına yazardı. Bunun yanında, soyağacı araştırması için gerekli olan kaynaklar da çok sınırlıydı.

Ben kendi ailemin ve ona bağlı olan diğer ailelerin soyağaçlarını hazırlarken bugünden başlayarak önce kuşakları tesbit ettim. İlk olarak, kendi bilgilerimden yola çıkarak kuşaklarda yer alan aile bireylerimi tesbit ettim. Daha sonra, ailenin yaşayan yaşlılarının bilgisine başvurarak soyağacı taslağındaki noksanları tamamladım.

Burada şu hususu belirtmeliyim. Önce en az iki ayrı soyağacı hazırlayacağınızı düşünerek yola çıkmalısınız; biri babanız tarafından, diğeri anneniz tarafından soyağaçları. Eğer elinizde yeterli bilgi varsa veya bilgilere ulaşma imkanınız bulunuyorsa, babanızın da anne tarafından ve baba tarafından, annenizin de anne ve baba tarafından soyağaçlarını düzenleyebilirsiniz. Böylece, sizden geriye giderek dört ayrı soyağacı dalı çıkarmış olursunuz. Hatta bu çalışmanızı, gerekli ve yeterli bilgiye sahipseniz, bir üzüm salkımı gibi genişleterek ilerletebilirsiniz.

Ailenizdeki mevcut bilgileri toparladıktan sonra ilk başvurulacak kaynak, nüfus kayıtlarıdır. Nüfus kayıtları Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından tutulmaktadır. Başvurulacak yer, her il ve ilçedeki nüfus müdürlükleridir. Buradaki kayıtlar, son yıllarda uygulamaya konulan Mernis (Merkezi Nüfus İdare Sistemi) kayıtlarıdır. Herhangi bir nüfus müdürlüğüne nüfus cüzdanınızla başvurarak annenizin ve babanızın, onların anne ve babalarının nüfüs kayıtlarını alabilirsiniz.

Nüfüs Müdürlüklerinden talep edeceğiniz belgenin adı “Nüfus Kayıt Örneği” olup, başvurunuz sırasında, belgeyi herhangi bir kuruluşa vermek üzere talep ettiğinizi belirtmelisiniz. Ayrıca, yine başvurunuzda, yedi ayrı nüfus kayıt belgesi istediğinizi de belirtmelisiniz:

-Kendinize ait Nüfus Kayıt Örneği
-Annenize ait Nüfus Kayıt Örneği
-Babanıza ait Nüfus Kayıt Örneği
-Annenizin annesine ait Nüfus Kayıt Örneği
-Annenizin babasına ait Nüfus Kayıt Örneği
-Babanızın annesine ait Nüfus Kayıt Örneği
-Babanızın babasına ait Nüfus kayıt Örneği

Bu belgelerden, kendinizden başlayarak geriye doğru dörder kuşağı içine alan baba ve anne tarafınızdan soyağaçlarınızı elde etmiş olursunuz.

Cumhuriyet tarihimizde ilk nüfus sayımı 1927, ikincisi 1935 yılında yapılmıştır. Sonraki her beş yılda düzenli olarak nüfus sayımı yapılmış ve Mernis projesinin uygulamaya konulmasıyla birlikte bugün bütün nüfus müdürlükleri elektronik ortamda birbirine bağlanmıştır.

Buna karşılık, Osmanlı döneminde düzenli nüfus sayımları yapılmadığından kişilerin düzenli, doğru ve güvenilir nüfus kayıtları tutulmamıştır. Osmanlı döneminde ilk nüfus sayımı 1831 yılında yapılmıştır. Bugünkü anlamda ilk “Genel Nüfus Yazımı” ise 1905 tarihindedir. Bu kayıtlar, aynı zamanda bugünkü Mernis Projesinin ilk kayıtlarıdır. Bir başka deyişle, nüfus müdürlüğünden 1900 yılının başlarından bugüne kadar olan kayıtları elde edebilirsiniz.

Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve 1924 yılındaki Nüfus Mübadelesi sırasında Türkiye’ye göçmüş kişilerin nüfus bilgileri, ancak 1926 yılında başlayan nüfus kütüğü çalışmaları sonucunda 1927 yılındaki nüfus sayımında kayda geçirilmiştir. Dolayısıyla mübadil ailelerin, mübadeleden önce ölmüş aile fertlerinin nüfus kayıtları Mernis sistemi içinde bulunmamaktadır.

1900 yılından önceki yıllara ait kayıtlara ulaşılabilir miyiz? Bu soruya olumlu cevap verebilmek çok zordur. Zira, 19. yüzyılda Osmanlı toprağı iken daha sonra elden çıkan topraklarda doğmuş ve yaşamışlara ilişkin kayıtlara ulaşmak şu anda mümkün değildir. Ancak, şu anki sınırlarımız içinde yaşamış atalarımızın bazılarının kayıtlarına ulaşılabilir. Onlar da, ya bir vakfın sahibi olan aileden gelenler, ya da gayrımüslim olarak kilise kayıtlarında yer alanlardır. Bunların dışında, Kırım Savaşı sonrasındaki askeri kayıtlarda yer alan bir kısım askerlerin de Genelkurmay arşivlerinde kaydı bulunabilir. Anlaşılacağı üzere, tüm bu kişiler, çok sınırlı sayıdadır. Çok geniş bir kesimin ailelerinin, 19. yüzyıl ve daha öncesine ait kayıtlarını bulmak mümkün görülmemektedir.

Ben de, çalışmalarımda, ailemin, en erken 1850 yılına kadar olan yedi kuşağının bilgilerine ulaşabildim. Ama, bu konudaki her yeni gelişmeyi, her yeni bilgiyi takip etmeye çalışarak, soyağacı bilgilerimin daha da gerilere götürülebileceğine inanıyorum.

20 Şubat 2009 Cuma

AİLE TARİHİ YAZIMI



Dört yıl önce, ailemin hikayesini yazmaya karar verdim. Bu yazımda, aile tarihimi hazırlarken nasıl bir yol izlediğimi ve nelerden faydalandığımı, sizlerle paylaşacağım.

Bu çalışmada benim için en önemli kaynak, hayatımın çeşitli dönemlerinde, aile bireylerinden dinlediğim hikayelerdi. Bu hikayelerin bir kısmını çok önceki yıllarda, neredeyse elli yıl önce dinlemiştim. Bunları, uzun yıllar boyunca yazılı hale getirmemiştim. Doğal olarak bir kısmı unutuldu, ama büyük bölümünü hatırlayarak yıllar sonra yeniden yazdım.

İkinci kaynağım, yazmaya başladıktan sonra, ailemin yaşayan yaşlı bireyleriyle yaptığım söyleşiler oldu. Yani bir çeşit sözlü tarih çalışması. Söyleşileri yaparken dikkat ettiğim en önemli husus, onların hatırladıklarına müdahale etmemekti. Şüphesiz, yaşlı kimselerden, uzun yıllar önce yaşanmış olayları, istediği zaman, en doğru şekliyle hatırlaması beklenemez. Bu nedenle, gerektiği zaman, olayların hatırlanması için yardımlarda bulundum, çelişkili bir durum doğduğunda sorular sorarak doğruyu bulmaya çalıştım.

Üçüncü olarak, ailelerin soyağaçlarını çıkardım. Soyağacı tesbiti, pek çok kişinin merak ettiği ve çoğunlukla başarılamayan bir konudur. Bu çalışmalarımın detaylarını bir sonraki yazımda sizlere aktaracağım.

Daha sonra aile bireylerimin, yaşadıkları yörelerin yerel tarihleri ile yaşadıkları zamanın genel tarihini araştırdım. Bunun için, 60-70 kitaplık bir liste oluşturdum. Bunlardan, kütüphanemde bulunanları tekrar okuyarak işe başladım. Sonra, kitaplığımda bulunmayan, ama önemli olduğunu düşündüğüm bazı kitapları satın aldım. Tabii ki, burada maddi kısıtlar ön plana çıkıyor. Her kitabı satın alacak maddi güce sahip olamıyorsunuz. Bu nedenle, satın alamadıklarımı genel kütüphanelerden temin ederek okudum.

Günümüzde internet, araştırmacılar için sınırsız bir kaynak. Fakat, internetteki her bilgiye de gözü kapalı inanmamak gerekiyor. Her bilginin muhtelif ve güvenilir kaynaklardan sağlamasını yapmak gerekiyor. Bir çeşit çapraz sorgulama yapmalısınız. Bu yol, şüphesiz zahmetli oluyor, ama internetin sağladığı kolaylıklar size büyük zaman tasarrufu sağlıyor. Bu şekilde, çalışmalarımda internetten de çok yararlandım.

Ayrıca, tarihi fotoğraf araştırması yaptım. Benim elimde, babamdan kalan çok geniş bir fotoğraf arşivi vardı. Bu fotoğrafları, 1930-1960 yılları arasında Samsun’da çekmişti. Önceki yıllara ve diğer yörelere ait fotoğraflar için internetten yararlandım. Bir fotoğraf, böyle bir çalışmada çok önemli kaynak olabilir. Sayfalarca yazının anlatamadığı birşeyi bazen bir fotoğraf karesi bir anda gözünüzün önüne seriverir. Ben de, tarihi fotoğraflardan ve anlattıklarından çok faydalandım.

Başvurduğum tüm bu kaynaklar, çalışmamın birer parçası oldu. Sonuçta aile tarihini yazmaya başladım.

Ailemin gelecek nesillerine bir armağan ve bir kaynak olması amacıyla başladığım bu çalışmam, zor ve zahmetli bir süreçten sonra üç yılda tamamlandı ve 2008 yılında kitaplaştı.

19 Şubat 2009 Perşembe

YAŞAMAK ve SEN

Kaçınılmaz bir yaşamak demektir seni sevmek
Varlığının sesini duymak her adım başında
Bir kıvılcımdır içimizde yüzyıllardır kalmış
Her köşebaşında sen varsın nice zamandır dönülmüş
Başka bir zamanın hatırlamadığı zamandır yaşadığımız

Bir ellerin vardır senin öylesi eller
Öylesi bir boynun vardır değme ressamın çizemediği
En ustanın bile biçimlendiremediği bir yaşamak eder ikisi
Sonra gözlerin gelir senin
Ötelerde bir uzayı belirleyen
Gözlerin vardır senin
Bir de en bilinmezinden bakışların
Bitmek tükenmek bilmez bir bakıştır yaşamak sende
Bir penceredir yüzyıllara açılmış
Seyredilmesi bir hoştur gözlerin senin

Kaçınılmaz bir yaşamaktır seni sevmek
En bilinmedik duygulara açılmak demektir
Kaçınılmaz bir gecenin sonunda
Pırıl pırıl sabahlarda uyanmak
Ve sonra yaşamayı öpmek demektir seni sevmek

12 Şubat 2009 Perşembe

SEVGİLİ ÇOCUĞUM


“Bugün sana nasıl doğduğunu yazacağım. Artık bunları bilmen gereken yaşa geldin. Dün küçüktün benim küçük yavrucuğum, oysa bugün her savaştan zaferle çıkabilirsin. İnanıyorum buna.

Evet, sana nasıl doğduğunu anlatacaktım. Sen önce kafalarımızda doğdun. Yani benim ve sevgili babanın düşüncelerinde. Artık, seni yalnız düşüncelerimizde sevmek yetmiyordu bize. Seni ellerimizle sevmek istiyorduk. Seni duyumsamak, sesini işitmek gerekliydi. Dudaklarımızı pembe yanaklarına dokundurmak, ellerini avuçlarımıza almak istiyorduk.

Artık, ben ve sevgili baban her an seninleydik, tüm benliğimiz seninle dolmuştu. Oysa bu yetmiyordu bize, ikimiz de biliyorduk. Sevgili kocamı çok seviyordum, çünkü o benim doğacak çocuğumu, yani seni çok seviyordu. Bu bana inanılmaz bir mutluluk vermekteydi. Kocam da beni çok seviyordu, emindim buna. Çünkü ben onun doğacak çocuğunu, yani seni seviyordum ölesiye.

Çılgınlar gibiydik baştanbaşa sevgiyle. Seni de sevgiyle doldurmak istiyorduk. Sen ki, bizim herşeyimiz. Bizi böylesine büyük bir mutluluğa boğan sana herşeyimizi vermeliydik. Sen daha gelmezden çok önce hazırlamıştık herşeyi. Sanki gelmişsin de, bizimle yaşamayı paylaşıyormuşsun gibi.

Gerçekte, sen benim herşeyimi paylaşıyordun. Baban bilemezdi, biz kadınlar duyabilirdik ancak bunu. İki kişi, seninle ben, çoktan birlikte yaşamaya başlamıştık. Sen duyamazdın henüz bu duyguyu, ama ben, her anımda, zamanın her vuruşunda, ta iliklerime kadar seni duyuyordum. Her zaman beraberdik, ne kadar da mutluyduk o zamanlar.

Sana kavuşacağım gün yaklaştıkça, daha da sabırsız olmuştum. Seni bir an önce görmek, koklamak istiyordum. En büyük tutkum olmuştun artık. Oturur günleri hesaplardım, saatleri sayardım. Evet saatleri, hatta dakikaları... Çünkü onlar, seni bana getiren zamanın basamaklarıydı. Ben basamakları beşer onar çıkmak istiyordum yaramaz bir kız gibi. Hatta hepsini bir adımda atlamak istiyordum, ama ne mümkün. Beklemek gerek. Evet, istemesini bilmek nasıl gerekliyse, beklemesini de bilmeli. Ben de öyle yaptım çaresiz. Her doğan günü sevinçle karşıladım, seni kucaklamaya biraz daha yaklaştırdığı için.

Bir de baktım ki, sana kavuşmak an meselesi. Hastane yatağında, ilacın etkisiyle yarı baygın yatarken seninle dopdoluydum. Seni benden alıp bana vereceklerdi. Senden uzak kalacağım o kısacık an bile korkutuyordu beni. Ya sevgili baban ne yapıyordu şimdi? O da aynı korkuyu duyuyordur, eminim buna. Ama o daha sağlamdır, korksa bile belli etmez duygularını. Ben öyle miyim ya? Korkularım bile senin için sevgili yavrucuğum.

Telaşlı kalabalık seni benden ayırmak çabasında. Bu bana dayanılmaz bir acı veriyor. İlacın etkisiyle seslenemiyordum bile. İşte o an, duydum doktorun hemşireye söylediklerini. Bu sözler, bizim geleceğimizi çiziyordu. Mutluluğumuzun nerede biteceğini belirliyordu. Ancak, birimizi kurtarabilirlermiş. Demek seni benden ayıracaklardı. Birbirimizden kopacaktık sonsuza dek. Buna imkan var mıydı hiç? Böyle bir adaletsizliği ikimizin arasında paylaştırmak hangi insafsızın işiydi? Buna doktorum mu karar verecekti? Ya da diğer doktor? Ya da ötekiler?

Doktor, telaşla dışarıya çıktı. Demek, babana soracaktı. Oysa, niçin bana sormuyorlardı? Bilincim bulanık olsa da, ağzımdan sözcükler çıkamasa da, ben kararımı vermiştim. Bana niçin sormuyorlardı. Haykırmak istiyordum, ama ağzım açılmıyordu bir türlü. Elimi kaldırmak istiyordum, olmadı. Vücudum külçe gibi hareketsiz yatıyordu. Oysa ruhum, bir çılgın gibiydi. Oradan oraya koşuyordu odanın içinde. Doktorları bırakıp hemşirelere, hemşireleri bırakıp doktorlara koşuyordu. Herkes bir duvar gibi sessiz ve hareketsizdi. Ruhum herşeyi görüyor, her sesi duyuyordu, ama hiç birşey yapamıyordu. Deli gibiydim o an. Baban seni seçmeseydi, ruhum onu oracıkta öldürürdü. Ama baban seni seçti, senin bende ölmene razı olmadı. Çılgın ruhum o zaman rahata kavuştu, bedenimi bıraktı.

Şimdi çok mutluyum. Babanı, beni mutlu ettiği için çok sevmelisin. Bizi birbirimizden kimse ayıramaz inan bana. Adaletsizliği parçalayıp kendi adaletimizi kendimiz kurduk. Ben her zaman kalbinin içindeyim. Beni aramak istediğin zaman yavaşça kalbine dokun. İşte o zaman beni duyarsın. Orası ikimizin gizli buluşma yeridir. Ben şimdi senin kalbinde seni duyarak yaşıyorum. İnanmazsan koy elini kalbinin üzerine. Bak nasıl da soluk alışlarımı duyacaksın.

Bugünlük bu kadar sevgili yavrucuğum. Şimdi oturup sana gelecek mektupta neler yazacağımı düşüneceğim. Hoşça kal. Gözlerinden öperim.
Sevgili annen”

Çocuk gözlerini yumdu bir an. Annesinin öptüğüne kanaat getirince açtı. Bir gözyaşı damlası gittikçe büyüyerek yanaklarından aşağı yuvarlandı. Kalbinin üzerindeki elini hızla uzatıp yere düşmeden yakaladı onu. Avucunun içinde parmaklarıyla ezdi. O artık bir gözyaşı damlası değildi. Özlem dolu ellerini tekrar kalbinin üstüne bastırdı. Kalbi sıcacıktı, oysa elleri buz gibi.

Babası yavaşça kalktı, yorganı örttü çocuğun üzerine. Işığı söndürdü ve sessizce çıktı odadan babası, sevgili babası, sevgili annesinin sevgili kocası.

ELLERİN


Ellerin üzerine ne yazılmışsa doğrudur
Ya da yazılmamış imkansızlıklar

Bir başına yaşamak eder ellerin
Doyasıya yaşamak senden bir parça
Issız gecelerden kalma
Bir yakınlık taşır ellerin

Onlar ellerindir senin
Güzellikler üzerine çiçeklenmiş
Bunlar erdemlerin senin
Baştan sona sana eşitlenmiş

Senin ellerin derinlerdedir
Ulaşılmadık güzellikler çiçek açmış ellerinin üstüne
Bir uzaklık kafalarımızdan öteye
Bir yakınlık içimizde sımsıcak

Çiçekleri açtıran ellerindir senin
Ya da buzları eriten bir duygu
Yaratıcı özle yoğurulmuş
Baştan sona bir biçimdir ellerin

Bir çizgidir sevmek ellerinde
Ne bir doğru ne bir eğri
Bir zaman kuşağıdır şimdi
Üzerinde hayatlar sıralanmış

Ellerin üzerine ne yazılmışsa doğrudur
Ya da yazılmamış imkansızlıklar

11 Şubat 2009 Çarşamba

BALKANLARDA TÜRK YERLEŞİMLERİ


İlkçağda Balkanlar

Balkan Yarımadasında Alt Paleolitik Çağdan (İ.Ö. 200-100 bin) beri insan yaşamaktadır. Son buzullaşmanın ilk dönemlerindeki (İ.Ö. 70-40 bin) Neandertal insandan kalma aletler günümüze ulaşmıştır. Yerleşik yaşamın gelişmeye başladığı Neolitik Çağla birlikte, Balkanlarda daha büyük toplulukların ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

Balkan Yarımadasına kolayca girilebilmesi, bu bölgede çok karışık bir etnik yapı oluşmasını sağlamıştır. Kuzeybatıdaki ovalar Orta Avrupa’dan, kuzeydoğudaki Boğdan koridoru Ukrayna bozkırlarından, İstanbul ve Çanakkale Boğazları Anadolu üzerinden Balkanlara girişi sağlar. Ayrıca, Akdeniz ve Adriyatik Denizine bakan kıyılardan da, bölgeye giriş kolaydır. Bu nedenle, yüzyıllar boyunca bu yollardan birçok insan toplulukları Balkanlara girmiş, Orta ve Güney Avrupa’nın yanısıra Asya ve Yakındoğu’nun etnik ve kültürel etkilerini de bölgeye taşımışlardır.

Bölgede, İ.Ö. 2000’e doğru Hint-Avrupa, İllyria, Frigia, Mysia ve Dacia dilleriyle Venet lehçeleri, Trakça ve Yunanca konuşan halkların ataları olan ilk topluluklar oluşmaya başladı.

İ.Ö. 2000 yılından 1200’e kadar Akalar, 1100 yılından itibaren de Dorlar, sürekli göç ve istila dalgalarıyla Balkanlar, Anadolu ve Doğu Akdeniz’de karışıklıklara ve Miken uygarlığı ile Hitit İmparatorluğu’nun yıkımına neden oldular. Bu kavimler, yerli halktan İllyrialıları batıya, Trakları doğuya doğru iterek yarımadayı geçip güneydeki deniz kesimine yerleştiler.

İ.Ö. 5. yüzyılda bölgede kabilelere dayalı Epir, Makedonya, Trakya krallıkları gibi ilk devletler oluşmaya başladı. Bu devletler, İ.Ö. 168’de Roma İmparatorluğu’na bağlanana kadar geleneksel yapılarını korudular.

İ.Ö. 4. yüzyılda, Kafkasya’nın kuzeyinden gelen İskitler, Karadeniz’in kuzeyindeki Kimmerleri yenerek bölgeye girdiler ve Kafkasya’ya özgü silah sanatını buradaki halklara da öğrettiler. Fakat bölge kısa bir süre sonra Makedonyalıların istilasına uğradı. İ.Ö. 3. yüzyıl başlarında ise, bölgeye Kelt savaşçıları geldi. Büyük İskender’in ölümünden sonra Tuna’yı aşarak bütün bölgeyi yağmaladılar. Ancak, güneyde başarısız olunca, kuzeye çekildiler ve Morava Vadisi ile Trakya’da yerleştiler.

Makedonya’nın çöküşünden sonra bir süre bağımsız yaşayan Trakyalılar, İllyrialılar ve Dacialılar daha sonra Roma akınlarına uğradılar ve İ.Ö. 2. yüzyılda bölge tamamen Roma İmparatorluğu’na bağlandı. Bu dönemde, bölge bir yandan savaş ve istilalardan korundu, diğer yandan Romalılaşmaya başladı. Trakça’nın ve Dacia dilinin yerini Latince aldı. Ticaret yolları ile şehirler birbirine bağlandı. Ticaret ve el sanatları gelişti. İ.S. 2. yüzyılda Roma’nın kurduğu merkeziyetçi yapı kırılmaya başladı. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra, Trakya Doğu Roma’da kalırken İllyria Batı Roma’ya bırakıldı.

İ.S. 3. yüzyılda Balkanlara giren Gotlar, Romalılarla savaşarak 214’te Dacia’yı ele geçirdiler. Ardından Trakya’ya yöneldiler. Gotların kurduğu devlet 200 yıl kadar ayakta kaldıktan sonra, bölgeye gelen Hun Türkleri tarafından yıkıldı.

Balkanlardaki İlk Türkler

Balkanlarda ilk Türk yerleşimi, Orta Asya’dan göç eden İskit Türklerinin bölgeye gelmesi ile gerçekleşti. Daha sonra, İ.S. 4. yüzyılda Hunlar, 5. yüzyılda Avarlar, 9. yüzyılda Peçenekler, 11. yüzyılda Kuman Türkleri bölgeye yerleşti. Kuman Türklerine, daha sonraları bölgeyi işgal eden Osmanlı Türklerine yardım etmelerinden dolayı slav dilinde “yardım eden” anlamında “pomak” (pomaga) denilmiştir.

Hun Türkleri, 4. yüzyılın başlarında Kuzeydoğu Asya’dan Doğu Avrupa’ya göç ettiler. Zamanla güneydoğuya kayarak Orta Avrupa’ya, Balkanlara ve Tuna Vadisine yerleştiler. 4. yüzyılın ortalarında bölgenin kuzeyinde yerleşik Ostrogotlar’ı (Doğu Gotları) hakimiyetleri altına aldılar ve daha sonra Tuna’yı aşarak Trakya’ya kadar ilerlediler. Önce Doğu Roma’yı haraca bağladılar ve Atilla zamanında da 70 kadar Bizans şehrini topraklarına dahil ettiler. Atilla’nın ölümünden sonra, bir kısım Hunlar Avarlara katılmış, diğerleri ise Slav ve Germenlerle karışmıştır.

Orta Asya’da Göktürklerin bağımsızlıklarını kazanmaları üzerine, bir kısım Türk boyları İ.S. 552’den sonra Avarlar adıyla Orta Avrupa’ya göç etmek zorunda kaldılar. Hunların gittikleri yolu izleyen Avar Türkleri, Batı Rusya ve bugünkü Polonya’nın Pripet, Dinyeper ve Dinyester bataklıklarında yaşayan Slavları da önlerine katarak Balkanlara inmiş ve böylece Balkanların büyük ölçüde Slavlaşmasına sebep olmuşlardır. İ.S. 626’da Sasaniler ile birlikte Konstantinopolis’e (İstanbul) girişilen saldırının başarısız olmasından sonra Avarlar gerileme sürecine girdi.

9. yüzyılda bu defa Türklerin Oğuz kolundan olan Peçenekler bölgeye geldi ve önce Tuna’nın verimli ovalarına yerleştiler, daha sonra yerleşim alanlarını Sofya, Niş ve havalisine kadar genişlettiler. Zaman zaman Tuna’yı aşarak güneye inip, Makedonya’ya, Sırbistan’a kadar ilerlediler ve Bizanslılarla defalarca çarpışmalara girdiler. Ancak, 11. yüzyılda dillerini ve benliklerini yitirmeye başlamış ve bir müddet sonra da bir kısmı Macarlarla, bir kısmı da Bulgarlarla karışarak silinmişlerdir.

Hun ve Avarların ardından Balkanlara Bulgar Türkleri geldi ve Peçenek Türklerinin işgal etmediği bölgelere yerleştiler. Bunları, Türklerle akraba olan ve kısmen beraber yaşamış olan Macar kabilelerinin Tuna havzasına göç ederek yerleşmeleri takip etti. Bulgarlar, batıda Morova Suyuna ve Sırbistan’a, güneyde ise Makedonya’ya kadar uzanan topraklarda siyasi varlık gösterdiler. Macarlar ise, İ.S. 896’dan itibaren Peçeneklerin boşalttığı Tuna ve Tisan’ın suladığı ovalara yerleşerek, diğer Türk boylarına karşı Bizanslılarla ittifak yaparak yaşamışlardır.

Bulgar Türkleri, Hristiyanlığı kabul edip Bizans Ortodoks Kilisesine tabi olduktan sonra, zamanla Slavlaşmışlar ve 10. yüzyılda dillerini tamamen unutmuşlardır. Macarlar ise, Bulgar Türklerinin akibetine uğrayıp Slavlaşmamak ve dillerini kaybetmemek için Hristiyanlığın Katolik mezhebini seçmişler ve sonraki yüzyıllarda, bir kısım Kuman ve Peçenek kabilelerini de bünyelerine alarak sayılarını arttırmışlardır.

Türklerin bölgeye büyük kitleler halindeki göçü ise 11. yüzyılda olmuştur. Bölgeye gelen Kuman (Kıpçak) Türkleri, Peçenek Türklerini mağlup etmişler ve dağınık bir durumda kalan Peçenekleri aralarına alarak bir devlet kurmuşlardır. Kuman Türkleri, bölgenin güneyine akınlar düzenliyerek Bizanslılarla savaşmış, önemli kazanımlar elde etmiştir. Bir kısım Kuman Türkü ise, Bizans ordusuna katılmıştır. Bunlardan bazıları, 1071’deki Malazgirt Savaşı sırasında Bizans ordusunda savaşırken Selçuklu ordusu tarafına geçmiş ve Alparslan’ın savaşı kazanmasında önemli rol oynamıştır.

Kuman-Peçenek Devletinin 1091 yılında yıkılmasından sonra, Trakya ve Rodoplar ile Makedonya ve Bulgaristan’ın dağlık bölgelerinde kalmış olan Kumanlar, Osmanlıların Balkanları fethetmelerine kadar, Şaman dinine mensup olarak yaşamışlar, 1389’daki Kosova Savaşından sonra kendi arzuları ile Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Diğer bir kısım Kumanlar ise, Hristiyanlığı kabul etmekle birlikte, dillerini muhafaza etmişler ve bulundukları yerlere kendi dillerinden isimler vermişlerdir. Örneğin, Makedonya’daki Kumanova, Sofya’da Komaniçe, Nevrokop’ta Komanca ve Kesriye’de Komaniçeve gibi köy ve mevki isimleri bunlardandır.

Tarihteki Balkanlara son Türk göçü ise, Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra oldu. Osmanlılar, belirli bir iskan siyaseti sonucu, Anadolu’dan Rumeli’ye Yörükler ve Türkmenler ile bazı konar-göçer aşiretleri naklettiler. Bu politika yaklaşık 450 yıl devam etti ve 1850’lerden sonra Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve buralardaki milliyetçi cereyanlar sonucu bağımsız devletler kurulmasıyla bu defa göç yön değiştirmiş ve Rumeli’den Anadolu’ya dönmüştür.

Türkmenler ve Yörükler

İ.S. 11. yüzyılda Orta Asya’dan göç eden ve göçebe hayat yaşayan Oğuzlar, İran’dan geçerek, Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’ya girdiler. Burada da eski hayat tarzlarını aynen devam ettirdiler. İlk zamanlar Oğuzların Türkmen adıyla anılan bir bölümü yerleşik hayata geçti. Anadolu’nun İslamlaştırılıp Türkleştirilmesi sırasında, Oğuz boyları, Anadolu’nun her tarafına yayıldı. Bir kısmı yerleşik hayata geçen Oğuz boylarına Türkmen denilirken, göçebe hayatını devam ettiren diğerleri de Yörük adıyla anılır oldu.

Anadolu Selçukluları ve beylikleri dönemlerinde, Yörüklerden askeri güç olarak faydalanıldı. Selçuklular ve Osmanlılar, Yörükleri de sistemli bir şekilde toprağa yerleştirmeye çalıştılar. Orhan Gazi ve Yıldırım Beyazıd devirlerinde, geçitlerin, derbentlerin korunması Yörüklere yaptırıldı.

Osmanlıların Rumeli’ye geçişinden sonra, Yörüklerin önemli bir bölümü de Rumeli’ye göç ettirildi. I. Murad zamanında, Saruhan’dan (Manisa) Serez taraflarına kalabalık gruplar halinde sevk edilen Yörükler, iskan edildikleri yeni bölgelerde, yabancı unsurlar arasında dayanak noktası teşkil ettiler ve ileride yapılacak fetihlere yardımcı oldular. Rumeli’deki Yörükler, “Evlad-ı Fatihan” olarak anıldı ve yeni bir teşkilata tabi tutularak bunlardan askeri maksatlarla faydalanılmaya çalışıldı. Yörüklerin Rumeli’ye geçirilmeleri, Yıldırım Beyazıd zamanında daha yoğun bir şekilde devam etti.

II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed zamanlarında, yeni fethedilen yerlere, daha çok Yörük nüfus nakledildi. Fatih Kanunnamesinde Yörüklere, diğer ahaliye göre, bazı vergi muafiyetleri tanındı ve Yörüklerin resmi olarak ağnam (koyunlar) mükellefi ve askerlik mükellefi oldukları belirtildi. Orduda yardımcı kuvvet olarak görev alan Yörükler, Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren, daha çok imar ve muhafaza hizmetlerinde kullanıldı. Bulundukları yerin coğrafi durumu itibariyle çeşitli hizmetler gören Yörükler, sahillerde gemi malzemesi temini ve gemi yapımında; derbentlerde ve ana güzergahlarda yol emniyeti, tamir, muhafaza, köprü inşası ve menzillere zahire toplanması ve korunmasında; madenlerde, ordunun nakliye işlerinde ve devletin kalelerinin onarımlarında da istihdam edildiler. Yörüklerin, geçtikleri yerlerde kalabilecekleri yaylak ve kışlak alanları belirlendi.

Yörüklerin Rumeli’ye geçirilmesi ve fethedilen yerlere yerleştirilmesi, daha sonra Osmanlı Devleti’nin genel bir siyaseti oldu. Ancak, sonraki devirlerde Yörüklerin Rumeli’ye yerleştirilmesi yavaşladı, fakat, 18. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. Bu göçlerin bir kısmı isteğe bağlı olduğu gibi, bir kısmı da devlet siyaseti doğrultusunda mecburi olmuştur.

Yörüklerde esas evlilik şekli, tek evliliktir. Evlenen çocuklar, genellikle babayla birlikte yaşardı. Bu yüzden büyük aileler meydana getirirlerdi.

Osmanlıların Balkanları Fethi

Türkler fetihlerden önce de, muhtelif zamanlarda Bizans İmparatorunun isteği üzerine yardım amacıyla Anadolu’dan Rumeli’ye geçmişlerdir. Son sefer sırasında, İmparatora yardım eden Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, geri dönerken Çimpi Kalesinde bir miktar kuvvet bıraktı. Daha sonra Gelibolu şehir ve limanı alındı. Böylece Osmanlılar, Rumeli’de yerleşmek için köprübaşları tesis etmiş oldular. Daha sonra Malkara, Tekirdağ, Bolayır alındı. Ancak, Orhan Gazi ve Süleyman Paşa’nın ardarda vefatlarıyla Rumeli’de Osmanlıların durumu zayıfladı. I. Murad’ın Anadolu’da duruma hakim olup Rumeli’ye yönelmesi ile fetihler tekrar hız kazandı.

Osmanlı’nın Balkanlardaki fetihleri başlarken egemenlik alanları şöyle idi: Doğu Trakya ile Selanik ve çevresi, Mora Yarımadası ve Güney Epir Bizansa bağlıydı. Makedonya, Serez, Drama, Kavala Sırpların elindeydi. Doğu Trakya’nın güneyindeki Enez şehri ve limanı, Taşoz Adası Cenevizlilere, Eğriboz adası ile Mora’daki sahil şehirleri Venediklilere tabiydi. Rodoplar batısı ile Nevrokop’tan, Tunanın güneyinden Karadeniz kıyılarına kadar olan ve Razgrad’ı da içine alan bölgede Bulgarlar hakimdi.

Osmanlının Balkanlardaki ilk siyasi planı, askeri önemi büyük olan Edirne’nin fethiydi. Önce Malkara, İpsala, Dedeağaç ve Dimetoka işgal edildi. 1361 yılında Lala Şahin Paşa’nın Edirne’yi fethinden sonra Osmanlı Türkleri Batı Trakya’ya tam anlamı ile ve kalıcı olarak yerleşmeye başlamışlardır. 1368 yılında, Edirne Osmanlı Devleti’nin (İstanbul’un fethine kadar) başkenti olmuştur.

1363 yılında Filibe fethedilmiş, 1364 yılında ise Sırp, Bulgar ve Macarlara karşı Sırp Sındığı Savaşı, Somakov ve İhtiman kaleleri zaptedilmiş, 1371 yılında da Sırplara karşı Çirmen zaferi kazanılmış ve İskeçe, Kavala, Drama, Serez, Nevrokop bölgeleri ele geçirilmiştir.

1373’te Makedonya üzerine harekatlara başlanılmış ve iki yıl sonra Niş ele geçirilmiştir. 1376’da Bulgar Krallığı Osmanlı hakimiyeti altına girdi ve 1382’de Sofya alındı. Daha sonra, Balkanlardaki devletlerin kendisine karşı birleşmesini önlemek isteyen Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın büyük bir kısmını işgal etti. 1393’te Razgrad, Rusçuk ve Bulgar Krallığının başkenti Tırnova fethedilerek bu devlet ortadan kaldırıldı.

Balkanlardaki fetihler, 120 yıl daha devam etti. Erdel, Eflak ve Boğdan bağlı prenslikler haline getirildi. Mora Despotlukları ortadan kaldırıldı ve Yunanistan’ın bütününe hakim olundu. Arnavutluk’un tamamı zaptedildi ve Hersek Dükalığı ilhak edildi. Sırbistan’ın fethi tamamlandı. 1521 yılında Belgrad’ın zaptı ile Karadağ ve Dalmaçya kıyıları dışında bütün Balkanlar Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine girmişti.

Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesi 17. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş ve 1699 yılındaki Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybı gerçekleşmiştir.

Osmanlıların Rumeli’deki İskan Politikası

Osmanlıların Rumeli’ye geçişlerinden itibaren buradaki yerleşmeleri de iki şekilde olmuştur. Bunlardan birisi, ilk fetihler sırasında Anadolu’nun yakın yerlerinden Rumeli’de fethedilen yerlere göçmenler nakledilmiş ve diğeriyse, buralardaki yerli Rum halkından askeri sınıfa mensup olanlarla nakilleri gerekenlerden bazıları da Anadolu’ya gönderilmiştir.

İlk iskan faaliyeti I. Orhan zamanında yapılmış, Karesi (Balıkesir) halkından bir grup göçebe 1357’de Gelibolu çevresine ve Hayrabolu’ya yerleştirilmiştir. Daha sonra I. Murat devrinde, Saruhan (Manisa) bölgesindeki yörükler, sınır bölgesinde hudut kuvvetleri oluşturmak üzere, Serez bölgesine yerleştirilmiştir.

Daha sonraki yıllarda, fetihlerin Trakya’dan başka Makedonya ve Bulgaristan taraflarına doğru ilerlemesi üzerine, buralarda Türk nüfusunu arttırmak için zaman zaman Anadolu’nun muhtelif yerlerinden Rumeli’ye nakiller yapıldı ve aynı şekilde işgal edilen bazı yerlerdeki halk da Anadolu’ya gönderildi.

1453 ile 1642 tarihleri arasında;
-Tanrıdağı (Karagöz) yörükleri Demirhisar, Kelmeriye, Nevrokop, Drama, Kavala, Sarışaban, Çağlayık, Yenice-i Karasu, Gümülcine, Eğrican, Dimetoka, Ferecik ile Doğu Trakya’ya ve Bulgaristan’da Rusçuk, Tırnova, Razgrad, Niğbolu gibi yörelere,
-Selanik yörükleri Makedonya ve Teselya’ya,
-Ofçabolu yörükleri Manastır, Kosova, Bulgaristan ve Dobruca’ya,
-Vize yörükleri Doğu Trakya ile Dimetoka ve Hasköy’e iskan edilmişlerdir.

Bu oymakların Rumeli’de çoğalmaları ve geniş alanlara yayılmaları, Osmanlı Devleti’nin bu bölgede yaşayan halka yönelik koruyucu ve kollayıcı kanun ve nizamnameler çıkarmasına yol açmıştır. Osmanlı Devleti, buralarda yaşayan yerli aristokrasiyi kendi askeri sınıfı içine almaya çalışmış, Ortodoks Metropolit ve Piskoposlarına tımar tahsis etmiş, önemli manastırların imtiyazlarını onaylamış, birçok şehrin eski imtiyaz ve vergi muafiyetlerini devam ettirmiştir.

Ayrıca Osmanlılar, yerli halkın dinine karışmamışlardır. Koyu bir katolik olan Macar Kralı Layoş, Papa’nın teşvikiyle kuzeyden Balkanlara inerek Ortodoks mezhebinde olan Bulgaristan’ı, Bogomil mezhebinde olan Bosna’yı katolikliğe sokmak için gaddarca davranırken, Osmanlılar Hristiyan halkın din ve vicdan hürriyetine dokunmadan buraları işgal etmesi, yerli halkın Osmanlı idaresini tercih etmesinin en önemli nedenidir.

Bu fetihlerin kısa sayılabilecek bir zamanda gerçekleşmesinde ve fetihler sonrasında bölgede istikrarın yüzyıllar boyunca sürmesinde etkili olan bir diğer faktör ise, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hristiyanlığı kabul eden Peçenek, Kuman, Gagavuz ve Vardarların da Osmanlılar ile aynı ırktan olmalarıdır.

Bu nedenlerle, neredeyse 450 yıl bu çok karmaşık bölgede Osmanlıya karşı bir isyan olmamış, Hristiyan ve Müslüman, Türk, Rum, Bulgar, Sırp birlikte yaşamıştır. Timur’un bir darbesi ile Anadolu’daki Osmanlı darmadağın olurken, Rumeli’deki Osmanlı çok küçük bir kuvvetle ayakta kalabilmiştir.

Ancak, 2. Viyana Kuşatmasının ardından gelen bozgun, sadece askeri alanda değil, idarede de otorite ve güç kaybına yol açtı. 19. yüzyılın başlarından itibaren, Rusya ve Avrupa devletlerinin, özellikle Balkanlara, giderek artan müdahaleleri, yönetim zaafiyet sonucu Rumeli’de çıkan isyanlarla birleşince, bölge halklarının Osmanlı İdaresine bağlılıklarının azalmasına ve Rumeli’nin elden çıkmasına yol açan olaylar zincirine neden olmuş ve Balkan Savaşları sonucunda Rumeli’de Osmanlı mevcudiyeti siyaseten sona ermiştir.











10 Şubat 2009 Salı

HİCAZKAR



Çocukluğumun anıları
Sisler içinde sesler
Radyoda Hamiyet’in sesi
Hicazkarın en hüzünlüsü
Ve annemin gözyaşları
Damlar hicazkarın notalarına
Yüreğimin telleri titrer.

Uzaktan hırçın ve isterik
Onaltısında bir genç kız kahkahası
Anası yakar şamdanları
Sırtında ipekten şalı
Dudaklarında saraylı bir gelin edası
İsterik ve yalnız kahkahalar
Dolanır hicazkarın tellerine
İçimde bir şeyler kıpırdar.

Sisler içinde vapur düdükleri
Yanıbaşımda tren dumanları
Ah bir onaltısına vardım mı
Alır başımı giderim
Hicazkar falan istemem.

Ah çocukluğumun anıları
Titrer yüreğimin telleri.

EDİTÖR'ün MEKTUBU











YAVUZ BAŞARIR KİMDİR

1971 yılı A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü mezunu olan Yavuz Başarır, bir sınai kuruluş holdingi olan Türkiye Çimento ve Toprak Sanayii T.A.Ş.’de 15 yıl Müfettiş ve Müşavir Müfettiş olarak görev yaptı.

Daha sonra 8 yıl, aynı Kuruluş’un Pazarlama Dairesi Başkanlığı görevini yürüttü. Bu sürede, Kuruluş’a bağlı ve o tarihte sayıları 28’e varan çimento, seramik ve refrakter fabrikalarının pazarlama ve satış faaliyetlerinin koordinasyonunda görev aldı ve yıllık ihracat hacmi 10 milyon dolara ulaşan bir pazarlama ağını yönetti. Avrupa, Uzakdoğu, Ortadoğu ve muhtelif Akdeniz ülkelerine ihracatlar gerçekleştirdi.

Kuruluş, bu süre içerisinde 1990 ve 1991 yıllarının ihracatta ilk on firması arasına girdi ve Ankara Ticaret Odası tarafından ödüllendirildi.

1990 yılında Türk çimentosunun İspanya pazarına girebilmesi için uluslararası kuruluşlardan alınan “Kalite Uygunluk Belgesi” çalışmalarını yürüttü.

1987 – 1990 yıllarında, Türkiye’de ilk kez uygulanan “Yüzer Terminale Çimento İkmali ve Satışı Projesi”nde Türk tarafının sorumluluğunu üstlendi.

1995 – 1997 yılları arasında da Bozüyük Seramik Sanayii Ticaret A.Ş.’nin Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü.

Yavuz Başarır, bu süre zarfında yukarıdaki görevleri ile birlikte ve birarada başka görevlerde de bulundu.

1987–1994 yılları arasında Türkiye Çimento Müstahsilleri Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. Bu görevi sırasında çeşitli kurul ve komitelerde yer aldı.

1992–1994 yılları arasında Avrupa Çimento Birliği “CEMBUREAU”nun üç ana komitesinden “Marketing Committee”deki Türk Delegasyonu’nda yer aldı.

1987 – 1989 yıllarında Omsan Uluslararası Nakliyecilik A.Ş.’de, 1989 – 1991 yıllarında da Adana Çimento Sanayii T.A.Ş.’de Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı.

1989 yılında Orta Anadolu İhracatçılar Birliği’nin kuruluş çalışmalarında yer aldı ve 1995 yılına kadar Birlik Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundu.Ayrıca, Birlik Çimento Sektörü İhtisas Komitesi Başkanlığı ve Mevzuat Komitesi Başkanlığı görevlerini de yürüttü.

1994 yılında, Ankara Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın üyesi olarak Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavir Belgesi aldı.

1997 yılında, Devlet hizmetinden emekliye ayrılarak kendi şirketi Market Danışmanlık Dış Ticaret Tanıtım Turizm Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’ni kurdu. Çeşitli ülkelere ihracat yaptı ve yabancı firmaların Türkiye temsilciliklerini üstlendi. Orta Anadolu İhracatçılar Birliği ile Konya ve Çorum’da KOBİ’lerin sahip ve üst kademe yöneticilerinin bilgilendirilmesi amacıyla eğitimler sundu. Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı’nın oluşturduğu Danışmanlar Havuzu’na da pazarlama ve kalite danışmanı olarak dahil oldu.

2001-204 yılları arasında, KARİD (Kargo İşletmecileri Derneği)’nin Ankara Temsilciliği görevini yürüttü.

2001 yılında InterCargo Yurtiçi ve Uluslararası Taşımacılık Ltd. Şti.’nde Kalite ve Yönetim Danışmanı olarak Kalite Güvence Sistemi’ni kurdu.

2005 yılında, aile tarihini yazmak üzere, sözlü tarih ve soyağacı çalışmalarına başladı. Üç yıllık çalışması sırasında, dönemin tarihine ışık tutmak amacıyla tarihi fotoğraflar topladı. 2008 yılında, çalışmalarını, ‘’Ailem Rumeli’den Anadolu’ya’’ ve ‘’Ailem Kim Kimdir’’ adlı iki ciltlik eserinde, tarihi fotoğrafları ise, ‘’Ailem Tarihi Fotoğraflar DVD’’sinde topladı.

Çeşitli dergi ve gazetelerde bir çok makalesi yayınlanan Yavuz Başarır, 2004 yılında faal iş hayatından ayrılmış olup, halen araştırmacı yazar olarak tarih alanındaki araştırmalarını sürdürmekte, çeşitli kongrelerde konferans vermekte ve sunum yapmaktadır.


Çok sayıda şiir ve hikayesi de bulunan yazarın son kitabı "Kavala'da Son Türk", Arkadaş Yayınevi Akılçelen Kitaplar tarafından basılmıştır.