25 Şubat 2009 Çarşamba

YILLAR

Bulutlarım nerede benim
Hüzünlü günlerimde ağlatan
Mavi beyaz dumanlarım
Başımı göğsüne yasladığım
Yumuşacık yakan bulutlarım

Tüller bir bir aralandığında
Yorgun bakışlarla geçmişim
Derinlerde bir uykudan
Ansızın uyanıvermiş gibi
Şarkılarım nerede benim

Titreyen gölgeler düşümde
Bir rüzgar silivermiş
Ne bulutlar var
Ne şarkılarım kalmış
Yıllarım nerede benim

22 Şubat 2009 Pazar

SOYAĞACI ARAŞTIRMASI


Osmanlı'da okuma yazma oranı çok düşüktü. 19. yüzyılda tüm imparatorluk sınırları içinde okuryazarlar yüzde 7-8 civarındaydı ve bunun yarısını gayrımüslim teba oluşturuyordu. Okuryazar müslümanların neredeyse tamamı erkeklerdi ve Devlet hizmetinde çalışırlardı.

Okuryazarlık bu kadar düşük olunca, toplumdaki genel kültür seviyesi de doğal olarak düşüktü. Dolayısıyla, aile tarihi yazımı gibi soyağacı hazırlama çalışmaları da çok yetersizdi. Aile içinde okuma yazma bilen birisi varsa, doğum ve ölüm tarihlerini evdeki Kuran’ın arka sayfasına yazardı. Bunun yanında, soyağacı araştırması için gerekli olan kaynaklar da çok sınırlıydı.

Ben kendi ailemin ve ona bağlı olan diğer ailelerin soyağaçlarını hazırlarken bugünden başlayarak önce kuşakları tesbit ettim. İlk olarak, kendi bilgilerimden yola çıkarak kuşaklarda yer alan aile bireylerimi tesbit ettim. Daha sonra, ailenin yaşayan yaşlılarının bilgisine başvurarak soyağacı taslağındaki noksanları tamamladım.

Burada şu hususu belirtmeliyim. Önce en az iki ayrı soyağacı hazırlayacağınızı düşünerek yola çıkmalısınız; biri babanız tarafından, diğeri anneniz tarafından soyağaçları. Eğer elinizde yeterli bilgi varsa veya bilgilere ulaşma imkanınız bulunuyorsa, babanızın da anne tarafından ve baba tarafından, annenizin de anne ve baba tarafından soyağaçlarını düzenleyebilirsiniz. Böylece, sizden geriye giderek dört ayrı soyağacı dalı çıkarmış olursunuz. Hatta bu çalışmanızı, gerekli ve yeterli bilgiye sahipseniz, bir üzüm salkımı gibi genişleterek ilerletebilirsiniz.

Ailenizdeki mevcut bilgileri toparladıktan sonra ilk başvurulacak kaynak, nüfus kayıtlarıdır. Nüfus kayıtları Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından tutulmaktadır. Başvurulacak yer, her il ve ilçedeki nüfus müdürlükleridir. Buradaki kayıtlar, son yıllarda uygulamaya konulan Mernis (Merkezi Nüfus İdare Sistemi) kayıtlarıdır. Herhangi bir nüfus müdürlüğüne nüfus cüzdanınızla başvurarak annenizin ve babanızın, onların anne ve babalarının nüfüs kayıtlarını alabilirsiniz.

Nüfüs Müdürlüklerinden talep edeceğiniz belgenin adı “Nüfus Kayıt Örneği” olup, başvurunuz sırasında, belgeyi herhangi bir kuruluşa vermek üzere talep ettiğinizi belirtmelisiniz. Ayrıca, yine başvurunuzda, yedi ayrı nüfus kayıt belgesi istediğinizi de belirtmelisiniz:

-Kendinize ait Nüfus Kayıt Örneği
-Annenize ait Nüfus Kayıt Örneği
-Babanıza ait Nüfus Kayıt Örneği
-Annenizin annesine ait Nüfus Kayıt Örneği
-Annenizin babasına ait Nüfus Kayıt Örneği
-Babanızın annesine ait Nüfus Kayıt Örneği
-Babanızın babasına ait Nüfus kayıt Örneği

Bu belgelerden, kendinizden başlayarak geriye doğru dörder kuşağı içine alan baba ve anne tarafınızdan soyağaçlarınızı elde etmiş olursunuz.

Cumhuriyet tarihimizde ilk nüfus sayımı 1927, ikincisi 1935 yılında yapılmıştır. Sonraki her beş yılda düzenli olarak nüfus sayımı yapılmış ve Mernis projesinin uygulamaya konulmasıyla birlikte bugün bütün nüfus müdürlükleri elektronik ortamda birbirine bağlanmıştır.

Buna karşılık, Osmanlı döneminde düzenli nüfus sayımları yapılmadığından kişilerin düzenli, doğru ve güvenilir nüfus kayıtları tutulmamıştır. Osmanlı döneminde ilk nüfus sayımı 1831 yılında yapılmıştır. Bugünkü anlamda ilk “Genel Nüfus Yazımı” ise 1905 tarihindedir. Bu kayıtlar, aynı zamanda bugünkü Mernis Projesinin ilk kayıtlarıdır. Bir başka deyişle, nüfus müdürlüğünden 1900 yılının başlarından bugüne kadar olan kayıtları elde edebilirsiniz.

Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve 1924 yılındaki Nüfus Mübadelesi sırasında Türkiye’ye göçmüş kişilerin nüfus bilgileri, ancak 1926 yılında başlayan nüfus kütüğü çalışmaları sonucunda 1927 yılındaki nüfus sayımında kayda geçirilmiştir. Dolayısıyla mübadil ailelerin, mübadeleden önce ölmüş aile fertlerinin nüfus kayıtları Mernis sistemi içinde bulunmamaktadır.

1900 yılından önceki yıllara ait kayıtlara ulaşılabilir miyiz? Bu soruya olumlu cevap verebilmek çok zordur. Zira, 19. yüzyılda Osmanlı toprağı iken daha sonra elden çıkan topraklarda doğmuş ve yaşamışlara ilişkin kayıtlara ulaşmak şu anda mümkün değildir. Ancak, şu anki sınırlarımız içinde yaşamış atalarımızın bazılarının kayıtlarına ulaşılabilir. Onlar da, ya bir vakfın sahibi olan aileden gelenler, ya da gayrımüslim olarak kilise kayıtlarında yer alanlardır. Bunların dışında, Kırım Savaşı sonrasındaki askeri kayıtlarda yer alan bir kısım askerlerin de Genelkurmay arşivlerinde kaydı bulunabilir. Anlaşılacağı üzere, tüm bu kişiler, çok sınırlı sayıdadır. Çok geniş bir kesimin ailelerinin, 19. yüzyıl ve daha öncesine ait kayıtlarını bulmak mümkün görülmemektedir.

Ben de, çalışmalarımda, ailemin, en erken 1850 yılına kadar olan yedi kuşağının bilgilerine ulaşabildim. Ama, bu konudaki her yeni gelişmeyi, her yeni bilgiyi takip etmeye çalışarak, soyağacı bilgilerimin daha da gerilere götürülebileceğine inanıyorum.

20 Şubat 2009 Cuma

AİLE TARİHİ YAZIMI



Dört yıl önce, ailemin hikayesini yazmaya karar verdim. Bu yazımda, aile tarihimi hazırlarken nasıl bir yol izlediğimi ve nelerden faydalandığımı, sizlerle paylaşacağım.

Bu çalışmada benim için en önemli kaynak, hayatımın çeşitli dönemlerinde, aile bireylerinden dinlediğim hikayelerdi. Bu hikayelerin bir kısmını çok önceki yıllarda, neredeyse elli yıl önce dinlemiştim. Bunları, uzun yıllar boyunca yazılı hale getirmemiştim. Doğal olarak bir kısmı unutuldu, ama büyük bölümünü hatırlayarak yıllar sonra yeniden yazdım.

İkinci kaynağım, yazmaya başladıktan sonra, ailemin yaşayan yaşlı bireyleriyle yaptığım söyleşiler oldu. Yani bir çeşit sözlü tarih çalışması. Söyleşileri yaparken dikkat ettiğim en önemli husus, onların hatırladıklarına müdahale etmemekti. Şüphesiz, yaşlı kimselerden, uzun yıllar önce yaşanmış olayları, istediği zaman, en doğru şekliyle hatırlaması beklenemez. Bu nedenle, gerektiği zaman, olayların hatırlanması için yardımlarda bulundum, çelişkili bir durum doğduğunda sorular sorarak doğruyu bulmaya çalıştım.

Üçüncü olarak, ailelerin soyağaçlarını çıkardım. Soyağacı tesbiti, pek çok kişinin merak ettiği ve çoğunlukla başarılamayan bir konudur. Bu çalışmalarımın detaylarını bir sonraki yazımda sizlere aktaracağım.

Daha sonra aile bireylerimin, yaşadıkları yörelerin yerel tarihleri ile yaşadıkları zamanın genel tarihini araştırdım. Bunun için, 60-70 kitaplık bir liste oluşturdum. Bunlardan, kütüphanemde bulunanları tekrar okuyarak işe başladım. Sonra, kitaplığımda bulunmayan, ama önemli olduğunu düşündüğüm bazı kitapları satın aldım. Tabii ki, burada maddi kısıtlar ön plana çıkıyor. Her kitabı satın alacak maddi güce sahip olamıyorsunuz. Bu nedenle, satın alamadıklarımı genel kütüphanelerden temin ederek okudum.

Günümüzde internet, araştırmacılar için sınırsız bir kaynak. Fakat, internetteki her bilgiye de gözü kapalı inanmamak gerekiyor. Her bilginin muhtelif ve güvenilir kaynaklardan sağlamasını yapmak gerekiyor. Bir çeşit çapraz sorgulama yapmalısınız. Bu yol, şüphesiz zahmetli oluyor, ama internetin sağladığı kolaylıklar size büyük zaman tasarrufu sağlıyor. Bu şekilde, çalışmalarımda internetten de çok yararlandım.

Ayrıca, tarihi fotoğraf araştırması yaptım. Benim elimde, babamdan kalan çok geniş bir fotoğraf arşivi vardı. Bu fotoğrafları, 1930-1960 yılları arasında Samsun’da çekmişti. Önceki yıllara ve diğer yörelere ait fotoğraflar için internetten yararlandım. Bir fotoğraf, böyle bir çalışmada çok önemli kaynak olabilir. Sayfalarca yazının anlatamadığı birşeyi bazen bir fotoğraf karesi bir anda gözünüzün önüne seriverir. Ben de, tarihi fotoğraflardan ve anlattıklarından çok faydalandım.

Başvurduğum tüm bu kaynaklar, çalışmamın birer parçası oldu. Sonuçta aile tarihini yazmaya başladım.

Ailemin gelecek nesillerine bir armağan ve bir kaynak olması amacıyla başladığım bu çalışmam, zor ve zahmetli bir süreçten sonra üç yılda tamamlandı ve 2008 yılında kitaplaştı.

19 Şubat 2009 Perşembe

YAŞAMAK ve SEN

Kaçınılmaz bir yaşamak demektir seni sevmek
Varlığının sesini duymak her adım başında
Bir kıvılcımdır içimizde yüzyıllardır kalmış
Her köşebaşında sen varsın nice zamandır dönülmüş
Başka bir zamanın hatırlamadığı zamandır yaşadığımız

Bir ellerin vardır senin öylesi eller
Öylesi bir boynun vardır değme ressamın çizemediği
En ustanın bile biçimlendiremediği bir yaşamak eder ikisi
Sonra gözlerin gelir senin
Ötelerde bir uzayı belirleyen
Gözlerin vardır senin
Bir de en bilinmezinden bakışların
Bitmek tükenmek bilmez bir bakıştır yaşamak sende
Bir penceredir yüzyıllara açılmış
Seyredilmesi bir hoştur gözlerin senin

Kaçınılmaz bir yaşamaktır seni sevmek
En bilinmedik duygulara açılmak demektir
Kaçınılmaz bir gecenin sonunda
Pırıl pırıl sabahlarda uyanmak
Ve sonra yaşamayı öpmek demektir seni sevmek

12 Şubat 2009 Perşembe

SEVGİLİ ÇOCUĞUM


“Bugün sana nasıl doğduğunu yazacağım. Artık bunları bilmen gereken yaşa geldin. Dün küçüktün benim küçük yavrucuğum, oysa bugün her savaştan zaferle çıkabilirsin. İnanıyorum buna.

Evet, sana nasıl doğduğunu anlatacaktım. Sen önce kafalarımızda doğdun. Yani benim ve sevgili babanın düşüncelerinde. Artık, seni yalnız düşüncelerimizde sevmek yetmiyordu bize. Seni ellerimizle sevmek istiyorduk. Seni duyumsamak, sesini işitmek gerekliydi. Dudaklarımızı pembe yanaklarına dokundurmak, ellerini avuçlarımıza almak istiyorduk.

Artık, ben ve sevgili baban her an seninleydik, tüm benliğimiz seninle dolmuştu. Oysa bu yetmiyordu bize, ikimiz de biliyorduk. Sevgili kocamı çok seviyordum, çünkü o benim doğacak çocuğumu, yani seni çok seviyordu. Bu bana inanılmaz bir mutluluk vermekteydi. Kocam da beni çok seviyordu, emindim buna. Çünkü ben onun doğacak çocuğunu, yani seni seviyordum ölesiye.

Çılgınlar gibiydik baştanbaşa sevgiyle. Seni de sevgiyle doldurmak istiyorduk. Sen ki, bizim herşeyimiz. Bizi böylesine büyük bir mutluluğa boğan sana herşeyimizi vermeliydik. Sen daha gelmezden çok önce hazırlamıştık herşeyi. Sanki gelmişsin de, bizimle yaşamayı paylaşıyormuşsun gibi.

Gerçekte, sen benim herşeyimi paylaşıyordun. Baban bilemezdi, biz kadınlar duyabilirdik ancak bunu. İki kişi, seninle ben, çoktan birlikte yaşamaya başlamıştık. Sen duyamazdın henüz bu duyguyu, ama ben, her anımda, zamanın her vuruşunda, ta iliklerime kadar seni duyuyordum. Her zaman beraberdik, ne kadar da mutluyduk o zamanlar.

Sana kavuşacağım gün yaklaştıkça, daha da sabırsız olmuştum. Seni bir an önce görmek, koklamak istiyordum. En büyük tutkum olmuştun artık. Oturur günleri hesaplardım, saatleri sayardım. Evet saatleri, hatta dakikaları... Çünkü onlar, seni bana getiren zamanın basamaklarıydı. Ben basamakları beşer onar çıkmak istiyordum yaramaz bir kız gibi. Hatta hepsini bir adımda atlamak istiyordum, ama ne mümkün. Beklemek gerek. Evet, istemesini bilmek nasıl gerekliyse, beklemesini de bilmeli. Ben de öyle yaptım çaresiz. Her doğan günü sevinçle karşıladım, seni kucaklamaya biraz daha yaklaştırdığı için.

Bir de baktım ki, sana kavuşmak an meselesi. Hastane yatağında, ilacın etkisiyle yarı baygın yatarken seninle dopdoluydum. Seni benden alıp bana vereceklerdi. Senden uzak kalacağım o kısacık an bile korkutuyordu beni. Ya sevgili baban ne yapıyordu şimdi? O da aynı korkuyu duyuyordur, eminim buna. Ama o daha sağlamdır, korksa bile belli etmez duygularını. Ben öyle miyim ya? Korkularım bile senin için sevgili yavrucuğum.

Telaşlı kalabalık seni benden ayırmak çabasında. Bu bana dayanılmaz bir acı veriyor. İlacın etkisiyle seslenemiyordum bile. İşte o an, duydum doktorun hemşireye söylediklerini. Bu sözler, bizim geleceğimizi çiziyordu. Mutluluğumuzun nerede biteceğini belirliyordu. Ancak, birimizi kurtarabilirlermiş. Demek seni benden ayıracaklardı. Birbirimizden kopacaktık sonsuza dek. Buna imkan var mıydı hiç? Böyle bir adaletsizliği ikimizin arasında paylaştırmak hangi insafsızın işiydi? Buna doktorum mu karar verecekti? Ya da diğer doktor? Ya da ötekiler?

Doktor, telaşla dışarıya çıktı. Demek, babana soracaktı. Oysa, niçin bana sormuyorlardı? Bilincim bulanık olsa da, ağzımdan sözcükler çıkamasa da, ben kararımı vermiştim. Bana niçin sormuyorlardı. Haykırmak istiyordum, ama ağzım açılmıyordu bir türlü. Elimi kaldırmak istiyordum, olmadı. Vücudum külçe gibi hareketsiz yatıyordu. Oysa ruhum, bir çılgın gibiydi. Oradan oraya koşuyordu odanın içinde. Doktorları bırakıp hemşirelere, hemşireleri bırakıp doktorlara koşuyordu. Herkes bir duvar gibi sessiz ve hareketsizdi. Ruhum herşeyi görüyor, her sesi duyuyordu, ama hiç birşey yapamıyordu. Deli gibiydim o an. Baban seni seçmeseydi, ruhum onu oracıkta öldürürdü. Ama baban seni seçti, senin bende ölmene razı olmadı. Çılgın ruhum o zaman rahata kavuştu, bedenimi bıraktı.

Şimdi çok mutluyum. Babanı, beni mutlu ettiği için çok sevmelisin. Bizi birbirimizden kimse ayıramaz inan bana. Adaletsizliği parçalayıp kendi adaletimizi kendimiz kurduk. Ben her zaman kalbinin içindeyim. Beni aramak istediğin zaman yavaşça kalbine dokun. İşte o zaman beni duyarsın. Orası ikimizin gizli buluşma yeridir. Ben şimdi senin kalbinde seni duyarak yaşıyorum. İnanmazsan koy elini kalbinin üzerine. Bak nasıl da soluk alışlarımı duyacaksın.

Bugünlük bu kadar sevgili yavrucuğum. Şimdi oturup sana gelecek mektupta neler yazacağımı düşüneceğim. Hoşça kal. Gözlerinden öperim.
Sevgili annen”

Çocuk gözlerini yumdu bir an. Annesinin öptüğüne kanaat getirince açtı. Bir gözyaşı damlası gittikçe büyüyerek yanaklarından aşağı yuvarlandı. Kalbinin üzerindeki elini hızla uzatıp yere düşmeden yakaladı onu. Avucunun içinde parmaklarıyla ezdi. O artık bir gözyaşı damlası değildi. Özlem dolu ellerini tekrar kalbinin üstüne bastırdı. Kalbi sıcacıktı, oysa elleri buz gibi.

Babası yavaşça kalktı, yorganı örttü çocuğun üzerine. Işığı söndürdü ve sessizce çıktı odadan babası, sevgili babası, sevgili annesinin sevgili kocası.

ELLERİN


Ellerin üzerine ne yazılmışsa doğrudur
Ya da yazılmamış imkansızlıklar

Bir başına yaşamak eder ellerin
Doyasıya yaşamak senden bir parça
Issız gecelerden kalma
Bir yakınlık taşır ellerin

Onlar ellerindir senin
Güzellikler üzerine çiçeklenmiş
Bunlar erdemlerin senin
Baştan sona sana eşitlenmiş

Senin ellerin derinlerdedir
Ulaşılmadık güzellikler çiçek açmış ellerinin üstüne
Bir uzaklık kafalarımızdan öteye
Bir yakınlık içimizde sımsıcak

Çiçekleri açtıran ellerindir senin
Ya da buzları eriten bir duygu
Yaratıcı özle yoğurulmuş
Baştan sona bir biçimdir ellerin

Bir çizgidir sevmek ellerinde
Ne bir doğru ne bir eğri
Bir zaman kuşağıdır şimdi
Üzerinde hayatlar sıralanmış

Ellerin üzerine ne yazılmışsa doğrudur
Ya da yazılmamış imkansızlıklar

11 Şubat 2009 Çarşamba

BALKANLARDA TÜRK YERLEŞİMLERİ


İlkçağda Balkanlar

Balkan Yarımadasında Alt Paleolitik Çağdan (İ.Ö. 200-100 bin) beri insan yaşamaktadır. Son buzullaşmanın ilk dönemlerindeki (İ.Ö. 70-40 bin) Neandertal insandan kalma aletler günümüze ulaşmıştır. Yerleşik yaşamın gelişmeye başladığı Neolitik Çağla birlikte, Balkanlarda daha büyük toplulukların ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

Balkan Yarımadasına kolayca girilebilmesi, bu bölgede çok karışık bir etnik yapı oluşmasını sağlamıştır. Kuzeybatıdaki ovalar Orta Avrupa’dan, kuzeydoğudaki Boğdan koridoru Ukrayna bozkırlarından, İstanbul ve Çanakkale Boğazları Anadolu üzerinden Balkanlara girişi sağlar. Ayrıca, Akdeniz ve Adriyatik Denizine bakan kıyılardan da, bölgeye giriş kolaydır. Bu nedenle, yüzyıllar boyunca bu yollardan birçok insan toplulukları Balkanlara girmiş, Orta ve Güney Avrupa’nın yanısıra Asya ve Yakındoğu’nun etnik ve kültürel etkilerini de bölgeye taşımışlardır.

Bölgede, İ.Ö. 2000’e doğru Hint-Avrupa, İllyria, Frigia, Mysia ve Dacia dilleriyle Venet lehçeleri, Trakça ve Yunanca konuşan halkların ataları olan ilk topluluklar oluşmaya başladı.

İ.Ö. 2000 yılından 1200’e kadar Akalar, 1100 yılından itibaren de Dorlar, sürekli göç ve istila dalgalarıyla Balkanlar, Anadolu ve Doğu Akdeniz’de karışıklıklara ve Miken uygarlığı ile Hitit İmparatorluğu’nun yıkımına neden oldular. Bu kavimler, yerli halktan İllyrialıları batıya, Trakları doğuya doğru iterek yarımadayı geçip güneydeki deniz kesimine yerleştiler.

İ.Ö. 5. yüzyılda bölgede kabilelere dayalı Epir, Makedonya, Trakya krallıkları gibi ilk devletler oluşmaya başladı. Bu devletler, İ.Ö. 168’de Roma İmparatorluğu’na bağlanana kadar geleneksel yapılarını korudular.

İ.Ö. 4. yüzyılda, Kafkasya’nın kuzeyinden gelen İskitler, Karadeniz’in kuzeyindeki Kimmerleri yenerek bölgeye girdiler ve Kafkasya’ya özgü silah sanatını buradaki halklara da öğrettiler. Fakat bölge kısa bir süre sonra Makedonyalıların istilasına uğradı. İ.Ö. 3. yüzyıl başlarında ise, bölgeye Kelt savaşçıları geldi. Büyük İskender’in ölümünden sonra Tuna’yı aşarak bütün bölgeyi yağmaladılar. Ancak, güneyde başarısız olunca, kuzeye çekildiler ve Morava Vadisi ile Trakya’da yerleştiler.

Makedonya’nın çöküşünden sonra bir süre bağımsız yaşayan Trakyalılar, İllyrialılar ve Dacialılar daha sonra Roma akınlarına uğradılar ve İ.Ö. 2. yüzyılda bölge tamamen Roma İmparatorluğu’na bağlandı. Bu dönemde, bölge bir yandan savaş ve istilalardan korundu, diğer yandan Romalılaşmaya başladı. Trakça’nın ve Dacia dilinin yerini Latince aldı. Ticaret yolları ile şehirler birbirine bağlandı. Ticaret ve el sanatları gelişti. İ.S. 2. yüzyılda Roma’nın kurduğu merkeziyetçi yapı kırılmaya başladı. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra, Trakya Doğu Roma’da kalırken İllyria Batı Roma’ya bırakıldı.

İ.S. 3. yüzyılda Balkanlara giren Gotlar, Romalılarla savaşarak 214’te Dacia’yı ele geçirdiler. Ardından Trakya’ya yöneldiler. Gotların kurduğu devlet 200 yıl kadar ayakta kaldıktan sonra, bölgeye gelen Hun Türkleri tarafından yıkıldı.

Balkanlardaki İlk Türkler

Balkanlarda ilk Türk yerleşimi, Orta Asya’dan göç eden İskit Türklerinin bölgeye gelmesi ile gerçekleşti. Daha sonra, İ.S. 4. yüzyılda Hunlar, 5. yüzyılda Avarlar, 9. yüzyılda Peçenekler, 11. yüzyılda Kuman Türkleri bölgeye yerleşti. Kuman Türklerine, daha sonraları bölgeyi işgal eden Osmanlı Türklerine yardım etmelerinden dolayı slav dilinde “yardım eden” anlamında “pomak” (pomaga) denilmiştir.

Hun Türkleri, 4. yüzyılın başlarında Kuzeydoğu Asya’dan Doğu Avrupa’ya göç ettiler. Zamanla güneydoğuya kayarak Orta Avrupa’ya, Balkanlara ve Tuna Vadisine yerleştiler. 4. yüzyılın ortalarında bölgenin kuzeyinde yerleşik Ostrogotlar’ı (Doğu Gotları) hakimiyetleri altına aldılar ve daha sonra Tuna’yı aşarak Trakya’ya kadar ilerlediler. Önce Doğu Roma’yı haraca bağladılar ve Atilla zamanında da 70 kadar Bizans şehrini topraklarına dahil ettiler. Atilla’nın ölümünden sonra, bir kısım Hunlar Avarlara katılmış, diğerleri ise Slav ve Germenlerle karışmıştır.

Orta Asya’da Göktürklerin bağımsızlıklarını kazanmaları üzerine, bir kısım Türk boyları İ.S. 552’den sonra Avarlar adıyla Orta Avrupa’ya göç etmek zorunda kaldılar. Hunların gittikleri yolu izleyen Avar Türkleri, Batı Rusya ve bugünkü Polonya’nın Pripet, Dinyeper ve Dinyester bataklıklarında yaşayan Slavları da önlerine katarak Balkanlara inmiş ve böylece Balkanların büyük ölçüde Slavlaşmasına sebep olmuşlardır. İ.S. 626’da Sasaniler ile birlikte Konstantinopolis’e (İstanbul) girişilen saldırının başarısız olmasından sonra Avarlar gerileme sürecine girdi.

9. yüzyılda bu defa Türklerin Oğuz kolundan olan Peçenekler bölgeye geldi ve önce Tuna’nın verimli ovalarına yerleştiler, daha sonra yerleşim alanlarını Sofya, Niş ve havalisine kadar genişlettiler. Zaman zaman Tuna’yı aşarak güneye inip, Makedonya’ya, Sırbistan’a kadar ilerlediler ve Bizanslılarla defalarca çarpışmalara girdiler. Ancak, 11. yüzyılda dillerini ve benliklerini yitirmeye başlamış ve bir müddet sonra da bir kısmı Macarlarla, bir kısmı da Bulgarlarla karışarak silinmişlerdir.

Hun ve Avarların ardından Balkanlara Bulgar Türkleri geldi ve Peçenek Türklerinin işgal etmediği bölgelere yerleştiler. Bunları, Türklerle akraba olan ve kısmen beraber yaşamış olan Macar kabilelerinin Tuna havzasına göç ederek yerleşmeleri takip etti. Bulgarlar, batıda Morova Suyuna ve Sırbistan’a, güneyde ise Makedonya’ya kadar uzanan topraklarda siyasi varlık gösterdiler. Macarlar ise, İ.S. 896’dan itibaren Peçeneklerin boşalttığı Tuna ve Tisan’ın suladığı ovalara yerleşerek, diğer Türk boylarına karşı Bizanslılarla ittifak yaparak yaşamışlardır.

Bulgar Türkleri, Hristiyanlığı kabul edip Bizans Ortodoks Kilisesine tabi olduktan sonra, zamanla Slavlaşmışlar ve 10. yüzyılda dillerini tamamen unutmuşlardır. Macarlar ise, Bulgar Türklerinin akibetine uğrayıp Slavlaşmamak ve dillerini kaybetmemek için Hristiyanlığın Katolik mezhebini seçmişler ve sonraki yüzyıllarda, bir kısım Kuman ve Peçenek kabilelerini de bünyelerine alarak sayılarını arttırmışlardır.

Türklerin bölgeye büyük kitleler halindeki göçü ise 11. yüzyılda olmuştur. Bölgeye gelen Kuman (Kıpçak) Türkleri, Peçenek Türklerini mağlup etmişler ve dağınık bir durumda kalan Peçenekleri aralarına alarak bir devlet kurmuşlardır. Kuman Türkleri, bölgenin güneyine akınlar düzenliyerek Bizanslılarla savaşmış, önemli kazanımlar elde etmiştir. Bir kısım Kuman Türkü ise, Bizans ordusuna katılmıştır. Bunlardan bazıları, 1071’deki Malazgirt Savaşı sırasında Bizans ordusunda savaşırken Selçuklu ordusu tarafına geçmiş ve Alparslan’ın savaşı kazanmasında önemli rol oynamıştır.

Kuman-Peçenek Devletinin 1091 yılında yıkılmasından sonra, Trakya ve Rodoplar ile Makedonya ve Bulgaristan’ın dağlık bölgelerinde kalmış olan Kumanlar, Osmanlıların Balkanları fethetmelerine kadar, Şaman dinine mensup olarak yaşamışlar, 1389’daki Kosova Savaşından sonra kendi arzuları ile Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Diğer bir kısım Kumanlar ise, Hristiyanlığı kabul etmekle birlikte, dillerini muhafaza etmişler ve bulundukları yerlere kendi dillerinden isimler vermişlerdir. Örneğin, Makedonya’daki Kumanova, Sofya’da Komaniçe, Nevrokop’ta Komanca ve Kesriye’de Komaniçeve gibi köy ve mevki isimleri bunlardandır.

Tarihteki Balkanlara son Türk göçü ise, Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra oldu. Osmanlılar, belirli bir iskan siyaseti sonucu, Anadolu’dan Rumeli’ye Yörükler ve Türkmenler ile bazı konar-göçer aşiretleri naklettiler. Bu politika yaklaşık 450 yıl devam etti ve 1850’lerden sonra Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve buralardaki milliyetçi cereyanlar sonucu bağımsız devletler kurulmasıyla bu defa göç yön değiştirmiş ve Rumeli’den Anadolu’ya dönmüştür.

Türkmenler ve Yörükler

İ.S. 11. yüzyılda Orta Asya’dan göç eden ve göçebe hayat yaşayan Oğuzlar, İran’dan geçerek, Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’ya girdiler. Burada da eski hayat tarzlarını aynen devam ettirdiler. İlk zamanlar Oğuzların Türkmen adıyla anılan bir bölümü yerleşik hayata geçti. Anadolu’nun İslamlaştırılıp Türkleştirilmesi sırasında, Oğuz boyları, Anadolu’nun her tarafına yayıldı. Bir kısmı yerleşik hayata geçen Oğuz boylarına Türkmen denilirken, göçebe hayatını devam ettiren diğerleri de Yörük adıyla anılır oldu.

Anadolu Selçukluları ve beylikleri dönemlerinde, Yörüklerden askeri güç olarak faydalanıldı. Selçuklular ve Osmanlılar, Yörükleri de sistemli bir şekilde toprağa yerleştirmeye çalıştılar. Orhan Gazi ve Yıldırım Beyazıd devirlerinde, geçitlerin, derbentlerin korunması Yörüklere yaptırıldı.

Osmanlıların Rumeli’ye geçişinden sonra, Yörüklerin önemli bir bölümü de Rumeli’ye göç ettirildi. I. Murad zamanında, Saruhan’dan (Manisa) Serez taraflarına kalabalık gruplar halinde sevk edilen Yörükler, iskan edildikleri yeni bölgelerde, yabancı unsurlar arasında dayanak noktası teşkil ettiler ve ileride yapılacak fetihlere yardımcı oldular. Rumeli’deki Yörükler, “Evlad-ı Fatihan” olarak anıldı ve yeni bir teşkilata tabi tutularak bunlardan askeri maksatlarla faydalanılmaya çalışıldı. Yörüklerin Rumeli’ye geçirilmeleri, Yıldırım Beyazıd zamanında daha yoğun bir şekilde devam etti.

II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed zamanlarında, yeni fethedilen yerlere, daha çok Yörük nüfus nakledildi. Fatih Kanunnamesinde Yörüklere, diğer ahaliye göre, bazı vergi muafiyetleri tanındı ve Yörüklerin resmi olarak ağnam (koyunlar) mükellefi ve askerlik mükellefi oldukları belirtildi. Orduda yardımcı kuvvet olarak görev alan Yörükler, Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren, daha çok imar ve muhafaza hizmetlerinde kullanıldı. Bulundukları yerin coğrafi durumu itibariyle çeşitli hizmetler gören Yörükler, sahillerde gemi malzemesi temini ve gemi yapımında; derbentlerde ve ana güzergahlarda yol emniyeti, tamir, muhafaza, köprü inşası ve menzillere zahire toplanması ve korunmasında; madenlerde, ordunun nakliye işlerinde ve devletin kalelerinin onarımlarında da istihdam edildiler. Yörüklerin, geçtikleri yerlerde kalabilecekleri yaylak ve kışlak alanları belirlendi.

Yörüklerin Rumeli’ye geçirilmesi ve fethedilen yerlere yerleştirilmesi, daha sonra Osmanlı Devleti’nin genel bir siyaseti oldu. Ancak, sonraki devirlerde Yörüklerin Rumeli’ye yerleştirilmesi yavaşladı, fakat, 18. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. Bu göçlerin bir kısmı isteğe bağlı olduğu gibi, bir kısmı da devlet siyaseti doğrultusunda mecburi olmuştur.

Yörüklerde esas evlilik şekli, tek evliliktir. Evlenen çocuklar, genellikle babayla birlikte yaşardı. Bu yüzden büyük aileler meydana getirirlerdi.

Osmanlıların Balkanları Fethi

Türkler fetihlerden önce de, muhtelif zamanlarda Bizans İmparatorunun isteği üzerine yardım amacıyla Anadolu’dan Rumeli’ye geçmişlerdir. Son sefer sırasında, İmparatora yardım eden Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, geri dönerken Çimpi Kalesinde bir miktar kuvvet bıraktı. Daha sonra Gelibolu şehir ve limanı alındı. Böylece Osmanlılar, Rumeli’de yerleşmek için köprübaşları tesis etmiş oldular. Daha sonra Malkara, Tekirdağ, Bolayır alındı. Ancak, Orhan Gazi ve Süleyman Paşa’nın ardarda vefatlarıyla Rumeli’de Osmanlıların durumu zayıfladı. I. Murad’ın Anadolu’da duruma hakim olup Rumeli’ye yönelmesi ile fetihler tekrar hız kazandı.

Osmanlı’nın Balkanlardaki fetihleri başlarken egemenlik alanları şöyle idi: Doğu Trakya ile Selanik ve çevresi, Mora Yarımadası ve Güney Epir Bizansa bağlıydı. Makedonya, Serez, Drama, Kavala Sırpların elindeydi. Doğu Trakya’nın güneyindeki Enez şehri ve limanı, Taşoz Adası Cenevizlilere, Eğriboz adası ile Mora’daki sahil şehirleri Venediklilere tabiydi. Rodoplar batısı ile Nevrokop’tan, Tunanın güneyinden Karadeniz kıyılarına kadar olan ve Razgrad’ı da içine alan bölgede Bulgarlar hakimdi.

Osmanlının Balkanlardaki ilk siyasi planı, askeri önemi büyük olan Edirne’nin fethiydi. Önce Malkara, İpsala, Dedeağaç ve Dimetoka işgal edildi. 1361 yılında Lala Şahin Paşa’nın Edirne’yi fethinden sonra Osmanlı Türkleri Batı Trakya’ya tam anlamı ile ve kalıcı olarak yerleşmeye başlamışlardır. 1368 yılında, Edirne Osmanlı Devleti’nin (İstanbul’un fethine kadar) başkenti olmuştur.

1363 yılında Filibe fethedilmiş, 1364 yılında ise Sırp, Bulgar ve Macarlara karşı Sırp Sındığı Savaşı, Somakov ve İhtiman kaleleri zaptedilmiş, 1371 yılında da Sırplara karşı Çirmen zaferi kazanılmış ve İskeçe, Kavala, Drama, Serez, Nevrokop bölgeleri ele geçirilmiştir.

1373’te Makedonya üzerine harekatlara başlanılmış ve iki yıl sonra Niş ele geçirilmiştir. 1376’da Bulgar Krallığı Osmanlı hakimiyeti altına girdi ve 1382’de Sofya alındı. Daha sonra, Balkanlardaki devletlerin kendisine karşı birleşmesini önlemek isteyen Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın büyük bir kısmını işgal etti. 1393’te Razgrad, Rusçuk ve Bulgar Krallığının başkenti Tırnova fethedilerek bu devlet ortadan kaldırıldı.

Balkanlardaki fetihler, 120 yıl daha devam etti. Erdel, Eflak ve Boğdan bağlı prenslikler haline getirildi. Mora Despotlukları ortadan kaldırıldı ve Yunanistan’ın bütününe hakim olundu. Arnavutluk’un tamamı zaptedildi ve Hersek Dükalığı ilhak edildi. Sırbistan’ın fethi tamamlandı. 1521 yılında Belgrad’ın zaptı ile Karadağ ve Dalmaçya kıyıları dışında bütün Balkanlar Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine girmişti.

Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesi 17. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş ve 1699 yılındaki Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybı gerçekleşmiştir.

Osmanlıların Rumeli’deki İskan Politikası

Osmanlıların Rumeli’ye geçişlerinden itibaren buradaki yerleşmeleri de iki şekilde olmuştur. Bunlardan birisi, ilk fetihler sırasında Anadolu’nun yakın yerlerinden Rumeli’de fethedilen yerlere göçmenler nakledilmiş ve diğeriyse, buralardaki yerli Rum halkından askeri sınıfa mensup olanlarla nakilleri gerekenlerden bazıları da Anadolu’ya gönderilmiştir.

İlk iskan faaliyeti I. Orhan zamanında yapılmış, Karesi (Balıkesir) halkından bir grup göçebe 1357’de Gelibolu çevresine ve Hayrabolu’ya yerleştirilmiştir. Daha sonra I. Murat devrinde, Saruhan (Manisa) bölgesindeki yörükler, sınır bölgesinde hudut kuvvetleri oluşturmak üzere, Serez bölgesine yerleştirilmiştir.

Daha sonraki yıllarda, fetihlerin Trakya’dan başka Makedonya ve Bulgaristan taraflarına doğru ilerlemesi üzerine, buralarda Türk nüfusunu arttırmak için zaman zaman Anadolu’nun muhtelif yerlerinden Rumeli’ye nakiller yapıldı ve aynı şekilde işgal edilen bazı yerlerdeki halk da Anadolu’ya gönderildi.

1453 ile 1642 tarihleri arasında;
-Tanrıdağı (Karagöz) yörükleri Demirhisar, Kelmeriye, Nevrokop, Drama, Kavala, Sarışaban, Çağlayık, Yenice-i Karasu, Gümülcine, Eğrican, Dimetoka, Ferecik ile Doğu Trakya’ya ve Bulgaristan’da Rusçuk, Tırnova, Razgrad, Niğbolu gibi yörelere,
-Selanik yörükleri Makedonya ve Teselya’ya,
-Ofçabolu yörükleri Manastır, Kosova, Bulgaristan ve Dobruca’ya,
-Vize yörükleri Doğu Trakya ile Dimetoka ve Hasköy’e iskan edilmişlerdir.

Bu oymakların Rumeli’de çoğalmaları ve geniş alanlara yayılmaları, Osmanlı Devleti’nin bu bölgede yaşayan halka yönelik koruyucu ve kollayıcı kanun ve nizamnameler çıkarmasına yol açmıştır. Osmanlı Devleti, buralarda yaşayan yerli aristokrasiyi kendi askeri sınıfı içine almaya çalışmış, Ortodoks Metropolit ve Piskoposlarına tımar tahsis etmiş, önemli manastırların imtiyazlarını onaylamış, birçok şehrin eski imtiyaz ve vergi muafiyetlerini devam ettirmiştir.

Ayrıca Osmanlılar, yerli halkın dinine karışmamışlardır. Koyu bir katolik olan Macar Kralı Layoş, Papa’nın teşvikiyle kuzeyden Balkanlara inerek Ortodoks mezhebinde olan Bulgaristan’ı, Bogomil mezhebinde olan Bosna’yı katolikliğe sokmak için gaddarca davranırken, Osmanlılar Hristiyan halkın din ve vicdan hürriyetine dokunmadan buraları işgal etmesi, yerli halkın Osmanlı idaresini tercih etmesinin en önemli nedenidir.

Bu fetihlerin kısa sayılabilecek bir zamanda gerçekleşmesinde ve fetihler sonrasında bölgede istikrarın yüzyıllar boyunca sürmesinde etkili olan bir diğer faktör ise, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hristiyanlığı kabul eden Peçenek, Kuman, Gagavuz ve Vardarların da Osmanlılar ile aynı ırktan olmalarıdır.

Bu nedenlerle, neredeyse 450 yıl bu çok karmaşık bölgede Osmanlıya karşı bir isyan olmamış, Hristiyan ve Müslüman, Türk, Rum, Bulgar, Sırp birlikte yaşamıştır. Timur’un bir darbesi ile Anadolu’daki Osmanlı darmadağın olurken, Rumeli’deki Osmanlı çok küçük bir kuvvetle ayakta kalabilmiştir.

Ancak, 2. Viyana Kuşatmasının ardından gelen bozgun, sadece askeri alanda değil, idarede de otorite ve güç kaybına yol açtı. 19. yüzyılın başlarından itibaren, Rusya ve Avrupa devletlerinin, özellikle Balkanlara, giderek artan müdahaleleri, yönetim zaafiyet sonucu Rumeli’de çıkan isyanlarla birleşince, bölge halklarının Osmanlı İdaresine bağlılıklarının azalmasına ve Rumeli’nin elden çıkmasına yol açan olaylar zincirine neden olmuş ve Balkan Savaşları sonucunda Rumeli’de Osmanlı mevcudiyeti siyaseten sona ermiştir.











10 Şubat 2009 Salı

HİCAZKAR



Çocukluğumun anıları
Sisler içinde sesler
Radyoda Hamiyet’in sesi
Hicazkarın en hüzünlüsü
Ve annemin gözyaşları
Damlar hicazkarın notalarına
Yüreğimin telleri titrer.

Uzaktan hırçın ve isterik
Onaltısında bir genç kız kahkahası
Anası yakar şamdanları
Sırtında ipekten şalı
Dudaklarında saraylı bir gelin edası
İsterik ve yalnız kahkahalar
Dolanır hicazkarın tellerine
İçimde bir şeyler kıpırdar.

Sisler içinde vapur düdükleri
Yanıbaşımda tren dumanları
Ah bir onaltısına vardım mı
Alır başımı giderim
Hicazkar falan istemem.

Ah çocukluğumun anıları
Titrer yüreğimin telleri.

EDİTÖR'ün MEKTUBU











YAVUZ BAŞARIR KİMDİR

1971 yılı A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü mezunu olan Yavuz Başarır, bir sınai kuruluş holdingi olan Türkiye Çimento ve Toprak Sanayii T.A.Ş.’de 15 yıl Müfettiş ve Müşavir Müfettiş olarak görev yaptı.

Daha sonra 8 yıl, aynı Kuruluş’un Pazarlama Dairesi Başkanlığı görevini yürüttü. Bu sürede, Kuruluş’a bağlı ve o tarihte sayıları 28’e varan çimento, seramik ve refrakter fabrikalarının pazarlama ve satış faaliyetlerinin koordinasyonunda görev aldı ve yıllık ihracat hacmi 10 milyon dolara ulaşan bir pazarlama ağını yönetti. Avrupa, Uzakdoğu, Ortadoğu ve muhtelif Akdeniz ülkelerine ihracatlar gerçekleştirdi.

Kuruluş, bu süre içerisinde 1990 ve 1991 yıllarının ihracatta ilk on firması arasına girdi ve Ankara Ticaret Odası tarafından ödüllendirildi.

1990 yılında Türk çimentosunun İspanya pazarına girebilmesi için uluslararası kuruluşlardan alınan “Kalite Uygunluk Belgesi” çalışmalarını yürüttü.

1987 – 1990 yıllarında, Türkiye’de ilk kez uygulanan “Yüzer Terminale Çimento İkmali ve Satışı Projesi”nde Türk tarafının sorumluluğunu üstlendi.

1995 – 1997 yılları arasında da Bozüyük Seramik Sanayii Ticaret A.Ş.’nin Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü.

Yavuz Başarır, bu süre zarfında yukarıdaki görevleri ile birlikte ve birarada başka görevlerde de bulundu.

1987–1994 yılları arasında Türkiye Çimento Müstahsilleri Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. Bu görevi sırasında çeşitli kurul ve komitelerde yer aldı.

1992–1994 yılları arasında Avrupa Çimento Birliği “CEMBUREAU”nun üç ana komitesinden “Marketing Committee”deki Türk Delegasyonu’nda yer aldı.

1987 – 1989 yıllarında Omsan Uluslararası Nakliyecilik A.Ş.’de, 1989 – 1991 yıllarında da Adana Çimento Sanayii T.A.Ş.’de Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı.

1989 yılında Orta Anadolu İhracatçılar Birliği’nin kuruluş çalışmalarında yer aldı ve 1995 yılına kadar Birlik Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundu.Ayrıca, Birlik Çimento Sektörü İhtisas Komitesi Başkanlığı ve Mevzuat Komitesi Başkanlığı görevlerini de yürüttü.

1994 yılında, Ankara Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın üyesi olarak Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavir Belgesi aldı.

1997 yılında, Devlet hizmetinden emekliye ayrılarak kendi şirketi Market Danışmanlık Dış Ticaret Tanıtım Turizm Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’ni kurdu. Çeşitli ülkelere ihracat yaptı ve yabancı firmaların Türkiye temsilciliklerini üstlendi. Orta Anadolu İhracatçılar Birliği ile Konya ve Çorum’da KOBİ’lerin sahip ve üst kademe yöneticilerinin bilgilendirilmesi amacıyla eğitimler sundu. Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı’nın oluşturduğu Danışmanlar Havuzu’na da pazarlama ve kalite danışmanı olarak dahil oldu.

2001-204 yılları arasında, KARİD (Kargo İşletmecileri Derneği)’nin Ankara Temsilciliği görevini yürüttü.

2001 yılında InterCargo Yurtiçi ve Uluslararası Taşımacılık Ltd. Şti.’nde Kalite ve Yönetim Danışmanı olarak Kalite Güvence Sistemi’ni kurdu.

2005 yılında, aile tarihini yazmak üzere, sözlü tarih ve soyağacı çalışmalarına başladı. Üç yıllık çalışması sırasında, dönemin tarihine ışık tutmak amacıyla tarihi fotoğraflar topladı. 2008 yılında, çalışmalarını, ‘’Ailem Rumeli’den Anadolu’ya’’ ve ‘’Ailem Kim Kimdir’’ adlı iki ciltlik eserinde, tarihi fotoğrafları ise, ‘’Ailem Tarihi Fotoğraflar DVD’’sinde topladı.

Çeşitli dergi ve gazetelerde bir çok makalesi yayınlanan Yavuz Başarır, 2004 yılında faal iş hayatından ayrılmış olup, halen araştırmacı yazar olarak tarih alanındaki araştırmalarını sürdürmekte, çeşitli kongrelerde konferans vermekte ve sunum yapmaktadır.


Çok sayıda şiir ve hikayesi de bulunan yazarın son kitabı "Kavala'da Son Türk", Arkadaş Yayınevi Akılçelen Kitaplar tarafından basılmıştır.